12 Kasım 2010 Cuma
Bilince Açılan Kapı
Biraz daha derine inmen gerekiyor. Gözlerini kapatmalısın. İçini izlemelisin. Sessizce durman lazım. İçinde tam bir sessizliğe ulaşamazsan asla kim olduğunu anlayamazsın. Bunu ben sana söyleyemem. Söylemenin bir yolu yok. Herkesin kendiliğinden keşfetmesi gerekiyor.
Ama varsın – bu kadarı kesin. Tek sorun içinin derinliğindeki merkeze ulaşmak ve kendini keşfetmek. İşte benim yıllardır öğrettiğim de budur. Benim meditasyon dediğim kendini bulmaya yarayan bir araçtan başka bir şey değildir.
Bana sorma. Kimseye sorma. Cevap içinde bir yerde saklı ve onu keşfetmek için içinin derinliklerine inmen gerekecek. Üstelik o kadar yakın ki – yüz seksen derece dönüversen karşına çıkacak.
Ve sen bir isimden, bir yüzden, bir bedenden ibaret olmadığını görüp şaşıracaksın, hatta sadece bir beyin de değilsin.
Sen tüm varoluşun, onun güzelliğinin, ihtişamının, mutluluğunun, muhteşem coşkusunun bir parçasısın.
Bilincin anlamı kendini tanımaktan başka bir şey değil
Sayfada Ara
MERKEZ VE ÇEVRE
Bedenin kendi içinde herhangi bir özelliği yoktur. Bedenin ötesinde bir şeyler onun parlamasını sağlar. Bedenin görkemi bedenin kendisinden kaynaklanmaz – o bir taşıyıcıdır – görkem yolcu sayesinde oluşur. Yolcuyu unutursan o zaman iş sadece zevk düşkünlüğüne dönüşür. Yolcuyu unutmazsan o zaman bedeni sevmek, onun değerini bilmek ibadetin parçası haline gelir.
Günümüzün bedene tapınma modası anlamsızdır. Bu nedenle insanlar sağlıklı beslenme, masaj, Rolfing ve bin bir başka yöntemle yaşamlarına bir anlam katmaya çalışırlar. Ama gözlerine bak; orada büyük bir boşluk göreceksin. Hedefi ıskaladıklarını fark edeceksin. Esansı kaçmış, açamamış bir çiçek gibiler. İçleri çöl gibi kurumuş, kayıplar ve ne yapacaklarını bilemiyorlar. Beden adına bir sürü şey yapmaya devam ederler, ama hedefi ıskalıyorlar.
Duyduğum bir anekdotu iletiyorum:
Rosenfeld eve suratında kocaman bir gülümseme ile girdi. "Ne kadar iyi bir alışveriş yaptığıma inanamayacaksın," dedi karısına. "Dört tane en dayanıklısından otomobil tekerleği aldım, üstelik indirimdeydiler."
"Sen çıldırdın mı?" dedi karısı. "Ne diye lastik aldın ki? Araban bile yok senin."
"Ne olmuş yani," dedi Rosenfeld, "sen sutyen almıyor musun?"
Merkez ortada yoksa o zaman çevresini süsler durursun. Bu başkalarını kandırmaya yarayabilir, ama seni tatmin edemez. Bazen seni de kandırabilir, çünkü kendi yalanını defalarca tekrarlarsan sen bile gerçek olduğuna inanmaya başlarsın, ama seni tatmin edemez ve seni huzura kavuşturamaz. İnsanlar hayatın tadını çıkarmaya uğraşır dururlar, ama hiç de keyif almazlar. Unutma ki keyif almak için çaba harcıyorsan hedefi ıskalarsın. Mutluluğu elde etme çabası başlı başına saçmadır, çünkü mutluluk zaten buradadır: ona ulaşılmaz. Bu konuda hiçbir şey yapmak gerekmez; sadece ona yol açarsın. O yaşanmaktadır; tüm çevreni sarmıştır; içerde, dışarıda, mutluluk vardır. Başka hiçbir şey gerçek değildir. İzle, dünyanın derinliklerine bak, ağaçlara, kuşlara, taşlara, hayvanlara iyice bak: yaradılışın hammaddesi mutluluktur, coşkudur. Neşeden oluşur. Bir şey yapılması gerekmez. Önündeki engel senin kendi öz varlığın olabilir. Rahatla ki için mutlulukla dolsun; rahatla ki içinden mutluluk fışkırsın.
İnsanlar gergin. Bir şeylerin peşinde koştuğunda gerginlik yükselir; bir şeyleri rahat bırakınca da gevşeme gelir.
İnsanlar koşturuyorlar, koşup duruyorlar, hayattan bir şeyler elde etmeye, suyunu çıkarmaya çalışıyorlar. Bu şekilde bir şey elde edilemez, çünkü yolu bu değildir. Hayatı zorlayamazsın; ona teslim olman lazım. Hayatı fethedemezsin. Hayata yenilecek kadar cesur olmalısın. O noktada yenilgi zaferdir ve zafere ulaşma çabası sana son ve kesin bir yenilgiden başka bir şey sağlamayacaktır.
Hayat fethedilemez, çünkü bütün, bir parçasına yenilmez. Bu ufak bir su damlasının denizi fethetmesine benzer. Evet, ufak damla denize düşüp ona karışabilir, ama denizi fethedemez. Hatta, denize düşmek onu fethetmenin yoludur diyebiliriz.
İnsanlar mutluluk arayışı içindeler, o nedenle bedenlerine fazlasıyla düşkünler. Bu neredeyse bir takıntı halinde yaygın. Olay bedene ilgiden bedenle takıntısı olmaya dönüştü. Bedenleri aracılığı ile mutluluğu yakalamaya çalışıyorlar, ama bu mümkün değil.
Bir diğer sorun da beynin çok rekabetçi olması. Aslında bedenini hiç de öyle fazla sevmiyor, sadece başkalarıyla rekabet ediyor olabilirsin. Başkaları bir şeyler yaptığı için sen de yapıyorsundur. Amerikan aklı şimdiye kadar görülmüş en sığ ve en hırslı akıldır. Çok maddiyatçıdır. O yüzden Amerika'nın en üst gerçekliği, işadamıdır. Diğer her şey fonda kaybolur gider; işadamı yani parayı kontrol eden adam en üst düzey gerçekliktir. Hindistan'da eskiden brahmin'ler bu konumdaydı, yani Tanrı arayışında olanlar. Avrupa'da ise aristokratlar vardı. Kültürlü, iyi eğitim almış, uyanık, hayatın ince nüanslarına hakim kişiler: müziğe, sanata, şiire, heykele, mimariye, klasik dansa, eski Yunanca ve Latince gibi lisanlara... Komünist rejimde proletarya, ezilenler, baskı altındakiler, işçiler en yüksek gerçekliktir. Kapitalizmde ise bu ayrıcalık işadamına, parayı kontrol edene aittir.
Para en rekabetçi ortamdır. Kültürlü olmana gerek yok, paran olması yeterli. Müzik veya şiir hakkında bir şey bilmen gerekmiyor. Edebiyat, tarih, din, felsefe hakkında bilgi sahibi olmanın hiç lüzumu yok. Hayır, bilmene gerek yok. Banka hesabın kabarıksa önemli olursun. Ben bu nedenle Amerikan tarzı anlayışın görülmüş en sığ anlayış olduğunu söylüyorum. O her şeyi ticarete döndürdü. Devamlı rekabet halinde. Bir Van Gogh veya Picasso tablosu aldığında onu Picasso olduğu için almıyorsun. Komşunda da var diye alıyorsun. Onların salonunda bir tane asık, bu durumda sen nasıl olur da aynısına sahip olmazsın? Mutlaka elde etmelisin. Nasıl asacağını bile bilmiyor olabilirsin, çünkü Picasso'nun tablolarının hangi yöne bakması gerektiği pek belli değildir. Otantik bir Picasso olup olmadığını bile bilemeyebilirsin. Fazla bakmayabilirsin de, ama ona sahip olursun, çünkü başkalarında da vardır. Paranla ve eşyalarınla devamlı gösteriş yaparsın, çünkü pahalı şeylerin önemli olduğu sanılır.
Amerikan başarısının en büyük ölçüsü para ve komşularmış gibi görünüyor. Komşunla aşık atmak zorundasın. Onların evde saunası varsa sen de "in" olabilmek için bir tane edinmelisin. Yoksa fakirmiş gibi görünürsün. Herkesin ormanda evi varsa sen de alacaksın. Ormanı pek sevmeyebilirsin veya orada canın sıkılabilir. Veya televizyon karşısına oturup normalde evde izlediğin programları izliyor olabilirsin. Nerede yaşadığın ne fark eder ki? Cevap şöyle: fark eder, çünkü başkaları için fark ediyor. Ve bu böyle sürer gider.
Şunu duydum:
Yaşlı Luke ve karısı mahallenin en cimri çifti olarak biliniyorlardı. Luke öldü ve birkaç ay sonra karısı da ölüm döşeğindeydi. Bir komşusunu çağırdı ve zayıf bir sesle, "Ruthie," dedi, "beni gömerken siyah ipek elbisemi giydirsinler, ama önce sen sırtındaki kumaşı kes de kendine yeni bir elbise dik. Çok iyi bir kumaştır, harcansın istemem."
"Bunu yapamam," dedi Ruthie. "Sen ve Luke cennete doğru ilerlerken elbisenin sırtı olmazsa, melekler ne der?"
"Bana bakmazlar bile," dedi. "Luke gömülürken üstünde pantolonu yoktu." İlgi hep diğerinin üzerindedir: Luke pantolon giymiyor olacak, o yüzden herkes ona bakacak. Amerikalıların bütün derdi birbirleriyledir.
Hiç çocuğu koşarken, bağrışırken, sebepsiz yere dans ederken izledin mi, aslında ortada fol yok yumurta yokken? "Niye bu kadar mutlusun?" diye sorarsan cevap veremez. Mutlu olmak için bir neden olması gerekir mi? Çocuk "neden" diye sorulduğu için şaşıp kalacaktır. Omuzlarını silkip yoluna gidecek, yine şarkı söyleyip dans etmeye başlayacaktır. O hiçbir şeye sahip değildir. Başbakan değildir, Amerikan başkanı değildir, Rockefeller değildir. Malı mülkü yoktur, belki plajdan topladığı birkaç deniz kabuğu ile renkli taş, hepsi o.
Amerikalının yaşamı kısadır. Beden durunca Amerikalının sonu gelir. O nedenle Amerikalı ölümden çok korkar. Ölüm korkusu yüzünden yaşamını bazen komik bir şekilde uzatmaya çalışır durur. Şimdi bir sürü Amerikalı hastanelerde veya tımarhanelerde bitki hayatı yaşıyor. Aslında yaşamıyorlar; çoktan ölmüşler. Onları doktorlar, ilaçlar ve modern cihazlar canlı tutuyor. Bir şekilde hayata asılıyorlar. Ölüm korkusu çok büyük. Bir kere gittin mi sonsuza dek yoksun ve geride hiçbir şey kalmıyor, çünkü Amerikalı bedenin dışında hiçbir şey bilmiyor. Sadece bedeni bilirsen çok yoksul kalırsın. Her şeyden önce hep ölümden korkarsın ve ölümden korkan birisi yaşamaktan da korkar – çünkü yaşamla ölüm öylesine iç içe geçmiştir ki ölmeye korkuyorsan yaşamaya da korkarsın. Ölümü getiren yaşamdır, o halde ölümden korkuyorsan yaşamı nasıl sevebilirsin? Korku hep orada olacaktır. Sana ölümü getiren yaşamdır; onu bütünüyle yaşayamayacaksın. Eğer ölüm her şeyin sonu ise, eğer senin inanç ve anlayışın bu ise, o zaman yaşamın koşuşturmaktan ve kovalamaktan ibaret olacaktır, çünkü ölümün soluğu ensendedir ve sabırlı davranamazsın. İşte böylece Amerikanlıların hız manyaklığını anlayabilirsin: her şeyin çabucak yapılması gerekiyor, çünkü ölüm yolda; ölmeden evvel elinden geldiğince çok şey yapmaya çalışmalısın. Ölmeden evvel mümkün olduğunca çok deneyim yaşamalısın, çünkü öldün mü her şey bitiyor.
Bu büyük bir anlamsızlık yaratıyor ve, tabii ki, acı ve endişe de. Eğer bedenden geriye hiçbir şey kalmayacaksa, yaptıkların çok derin şeyler olamaz. O zaman yaptıkların seni tatmin edemez. Eğer ölüm sonsa ve geriye hiçbir şey kalmıyorsa, yaşamın herhangi bir anlamı veya önemi olamaz. O zaman hayat aptalın tekinin ağzından dinlediğin öfke ve kuru gürültü dolu anlamsız bir öyküden başka bir şey değildir.
Baul (bilinci olan insan) bedenin içinde olduğunu, ama bedenden ibaret olmadığını bilir. Bedeni sever; orası onun evi, yuvasıdır. Bedene düşman değildir, çünkü kendi yuvana düşman olmak aptallıktır, ama materyalist değildir. Dünyadan haberi vardır, ama materyalist değildir. Çok gerçekçidir, ama materyalist değildir. Bilir ki ölümde aslında hiçbir şey ölmez. Ölüm gelir, ama hayat devam eder.
Duyduğum bir hikaye:
Cenaze töreni sona ermişti ve cenaze levazımatçısı Desmond yaşlı bir beyefendinin yanında durduğunu fark etti.
"Akrabalardan biri misiniz?" diye sordu. "Evet, öyleyim," dedi yaşlı adam. "Kaç yaşındasınız?" "Doksan dört."
"Hmmmm," dedi Desmond, "o zaman en iyisi burada kalın, nasılsa yakında gene geleceksiniz." Her şey bedensel yaşam üzerine kurulu: yaş doksan dörtse iş bitmiştir. O zaman eve gitmeye değmez; en iyisi ölmek. Ne diye onca yolu tepesin ki? Nasılsa yakında cenaze evine geri gelmek zorunda kalacaksın. Hiç değmez...eğer tek gerçek ölümse, o zaman yirmi dört veya doksan dört olman ne değiştirir? Aradaki fark yalnızca birkaç seneden ibarettir. O zaman gençler kendilerini yaşlı hissetmeye başlarlar ve çocuklar da şimdiden ölü. Bu bedenin ilk ve son yaşamın olduğuna inanırsan o zaman tüm bunların ne anlamı var? Ne diye yaşıyoruz?
Camus, insan için en temel metafizik sorunun intihar olduğunu yazar. Onunla aynı fikirdeyim. Eğer beden tek gerçeklikse ve içinde bedenin ötesinde hiçbir şey yoksa elbette ki üzerinde düşünülecek, endişelenilecek, kafa yorulacak tek şey beden olur. Neden intihar edilmesin? Neden doksan dörde kadar beklenilsin? Ne diye onca zaman türlü çeşitli dert ve sıkıntı çekilsin? Madem ölünecek, neden bugün ölünmesin? Niye yarın sabah tekrar uyanalım? Bu çok lüzumsuz görünüyor.
Bir yandan Amerikalı deneyim elde edeceğim diye devamlı oradan oraya koşturup duruyor, hiçbir şeyi kaçırmamak için. Dünyanın etrafında koşup duruyor, şehirden şehre, ülkeden ülkeye, otelden otele koşturuyor. Bir gurudan diğerine, bir kiliseden ötekine koşuyor, aranıyor, çünkü ölümün soluğu ensesinde. Bir yanda delicesine, durmak bilmeyen bir kovalamaca, diğer yanda her şeyin boş olduğuna dair bir inanç var, çünkü ölümle hepsi sona erecek. Yani zengin veya fakir yaşaman, zeki veya aptal, çapkın veya kendi halinde olman neyi değiştirir ki? Sonunda ölüm gelir ve herkesi eşitler: akıllıyı ve aptalı, bilgeyi ve günahkarı, aydınlanmışı ve cahili, hepsi toprağa girip kaybolur. O zaman bütün her şeyin anlamı nedir? Buda veya İsa veya Yehuda olmak ne fark eder? İsa çarmıhta ölür, ertesi gün Yehuda intihar eder: ikisi de toprağa girer.
Öte yandan senin bir şeyleri kaçıracağın ve diğerlerinin yakalayacağına dair bir korku vardır; elde etsen bile aslında ortada bir şey olmadığını bilmenin yarattığı endişe vardır; başarsan da bunun anlamsız olduğu, çünkü ölümün gelip her şeyi mahvedeceği gerçeği vardır.
Bilinçli insan bedende yaşar, bedenini sever, keyfini sürer, ama bedenden ibaret değildir. İçinde tüm ölümleri aşacak bir şey barındığını bilir. İçinde sonsuz, zamanın yok edemeyeceği bir şey olduğunu bilir. Bunu meditasyon, aşk, dua sayesinde hissedebilmiştir. Bunu kendi varlığının içinde hissedebilmiştir. Ölümden korkmaz, çünkü yaşamın ne olduğunu bilir. Mutluluğun peşinden koşmaz, çünkü bilir ki Tanrı ona milyonlarca fırsat tanıyacaktır; tek yapacağı bunlara izin vermektir.
Ağaçların yere kök saldığını görmüyor musun? Onlar hiçbir yere gidemiyorlar, ama yine de mutlular. Mutluluğun peşinde koşamazlar; kalkıp da mutluluk arayamazlar. Kökleri yerin dibinde, kımıldayamıyorlar, ama mutluluklarını görmüyor musun? Yağmur yağdığındaki neşelerini, rüzgar estiğindeki keyiflerini görmüyor musun? Dans ettiklerini hissetmiyor musun? Kökleri var; bir yere gidemezler. Yine de yaşam onlara geliyor.
Her şey gelir. Sen sadece alacak kapasiteyi yaratırsın; her şey gelir. Sen sadece kapıyı açarsın. Yaşam sana gelmeye hazır. Sen o kadar çok engel koyuyorsun ki! Yaratabileceğin en büyük engel de yaşamı kovalamak. Kovalamacan ve koşuşturman yüzünden yaşam ne zaman gelip de kapını çalsa sen evde olmuyorsun. Hep başka bir yerde oluyorsun. Hayatı kovalamaya devam ediyorsun ve hayat da seni.. ve buluşma asla gerçekleşmiyor.
Var ol... sadece var ol ve bekle ve sabırlı ol.
SEVGİ OLGUNLAŞMIŞ AŞKTIR
Gautam Buda'nın sevgiye yaptığı vurgu, eski mistikler düşünüldüğünde yeni bir olgudur. Gautam Buda geçmişi ayıran tarihi bir çizgi çekmiştir. Ondan önce meditasyon yeterliydi; hiç kimse meditasyonla birlikte sevgiyi de vurgulamamıştı. Ve bunun nedeni de meditasyonun aydınlanmayı, senin çiçeklenmeni, varlığının nihai ifadesini getirmesidir; daha fazla neye ihtiyaç duyarsın? Birey söz konusu olduğunda meditasyon yeterlidir. Buda'nın büyüklüğü ise meditasyona başlamadan önce dahi sevgiyi sana tanıştırmış olmasındadır. Daha sevecen, daha nazik, daha şefkatli olmalısın.
Bunun ardında gizli bir bilim yatıyor. Şayet aydınlanmadan önce sevgi ile dolu bir kalbin olursa, meditasyondan sonra senin eriştiğin aynı güzelliğe, aynı yüksek duygulara, aynı kutlamaya başkalarının da erişebilmesi için yardım etmen mümkün olacaktır. Gautam Buda aydınlanmanın bulaşıcı bir hale gelmesini mümkün kılar.
Ancak kişi eve varmış olduğunu hissederse niçin başka birisini umursasın? Buda ilk kez aydınlanmayı bencilce bir şey olmaktan çıkartmıştır; o bunu bir sosyal sorumluluğa dönüştürmüştür. Bu perspektifteki çok büyük bir değişikliktir. Ancak sevgi aydınlanmadan önce öğrenilmelidir. O önceden öğrenilmezse, o zaman aydınlanmadan sonra öğrenilecek bir şey yoktur. Kişi bir kez kendisinin içinde sonsuz mutlu olduğunda, o zaman sevgi bile kişinin keyfini engelliyormuş, kişinin sonsuz mutluluğu için bir tür engelmiş gibi görünür. Bu nedenle yüzlerce aydınlanmış insan olmasına rağmen çok az usta vardır. Bir usta olmak demek muazzam düzeyde sevgiye sahipsin demektir ve sen aydınlanmanın mümkün kıldığı bu güzel hallerin içerisinde tek başına yol almaktan utanırsın. Kör olan, karanlıkta yolunu bulmaya çalışan insanlara yardım etmek istersin. Onlara yardım etmek rahatsızlık değil, bir keyif halini alır. Aslında etrafında pek çok insanın çiçekler açması sonsuz mutluluğu daha da zenginleştirir. Sen başka hiçbir ağacın çiçeklenmediği bir ormanda tek açan yalnız bir ağaç değilsindir. Tüm orman da seninle birlikte çiçek açtığında keyif binlerce kez daha çoğalır: Aydınlanmanı dünyaya bir devrim getirmek için kullanmışsındır.
Gautam Buda sadece aydınlanmamıştır, o bir devrimcidir de. Onun dünyaya, insanlara olan ilgisi muazzamdır. O müritlerine, meditasyon yaptığınızda ve dinginlik, sessizlik hissettiğinizde; varlığınızın içinde derin bir sevinç kıpırdanmaya başladığında buna tutunmayın, onu tüm dünyaya verin diye öğretirdi. Ve endişelenme çünkü onu ne kadar çok verirsen onu elde etme yeteneğin de o kadar artacaktır. Verme davranışı, vermenin senden herhangi bir şey götürmediğini, tam tersine bunun senin tecrübelerini çoğalttığını bir kez anladığında muazzam bir öneme sahip olur. Ancak hiçbir zaman sevgiyle dolu olmamış bir kişi vermenin sırrını bilmez, paylaşmanın sırrını bilmez.
Bir gün Buda'nın müritlerinden birisi olan sıradan bir adam —o bir sannyasin değildi ama Gautam Buda'ya kendisini son derece adamıştı— şöyle dedi: "Bunu yapacağım...ama sadece tek bir istisna yapmak istiyorum. Tüm neşemi ve tüm meditasyonumu ve tüm manevi hazinelerimi bütün dünyaya vereceğim; komşum dışında. Çünkü bu adam gerçekten iğrenç."
Komşular her zaman düşmandır. Gautam Buda, ona şöyle demiştir: "O halde tüm dünyayı unut, sen sadece komşuna ver."
Adamın aklı karışmıştı: "Ne diyorsunuz?"
Buda, "Şayet komşuna verebiliyorsan, sadece o zaman insanlara karşı sahip olduğun bu çözümsüz davranıştan özgürleşebileceksin" dedi.
Sevgi temelde insanların zaaflarını, onların zayıf yönlerini kabul etmektir, onların tanrılar gibi davranmalarını beklememektir. Bu beklenti merhametsizliktir çünkü onlar tanrılar gibi davranamayacaktır ve o zaman sen önyargılarının içine düşeceksin. Ve onlar da kendi özsaygılarını yitirecekler. Tehlikeli bir şekilde onları sakatlamışsındır, onurlarını zedelemişsindir.
Sevginin temellerinden birisi herkese değer vermektir, senin başına gelen şeyin onların da başına gelebileceğini herkesin fark etmesini sağlamaktır. Hiç kimse umutsuz bir vaka değildir, hiç kimse değersiz değildir, aydınlanma hak edilmesi gereken bir şey değildir, o senin kendi doğanın ta kendisidir.
Ancak bu sözler aydınlanmış kişiden gelmelidir. Sadece o zaman onlar güven yaratır. Eğer onlar aydınlanmamış din bilginlerinden gelirse güven yaratamaz. Aydınlanmış insan tarafından söylenen sözcük nefes almaya başlar, kendine ait kalp atışları oluşur. O canlanır, o doğrudan senin kalbine girer; o entelektüel bir jimnastik değildir. Ancak din bilgini ile bu farklı bir şeydir. Onun kendisi dahi neden bahsettiği, ne yazmakta olduğu konusunda emin değildir. O da seninle aynı emin olmama halinin içindedir.
Gautam Buda, bilincin evrimindeki mihenk taşlarından birisidir. Onun katkısı çok büyüktür, ölçülemez. Ve onun katkısı içerisinde sevgi düşüncesi en yaşamsal olanlarından birisidir. Fakat hatırlaman gerekir ki sevecen olarak daha yükseğe çıkamazsın; aksi taktirde her şeyi mahvedersin. Bu bir ego oyununa dönüşür. Şefkatli olurken diğer kişiyi aşağılamaman gerektiğini hatırla; aksi taktirde sen şefkatli olmazsın. Sözcüklerin ardında onların aşağılanmasından zevk duyuyorsundur.
Sevginin anlaşılması gerekir. Çünkü o olgunlaşmış aşktır. Sıradan aşk çok çocukçadır, o yeni yetmeler için iyi bir oyundur. Ne kadar hızla onun dışına çıkabilirsen o kadar iyidir çünkü senin aşkın kör bir biyolojik güçtür. Onun senin manevi gelişiminle hiçbir alakası yoktur. Bu yüzden tüm aşk ilişkileri garip bir şeye dönüşür, çok acı bir hal alır. Son derece cazip, son derece heyecan verici, son derece meydan okuyucu olan, uğrunda ölebileceğin şey... Şimdi, yine ölebilirsin fakat onun için değil, ondan kurtulmak için!
Aşk kör bir güçtür. Başarılı olan âşıklar asla sevgililerini elde edememiş olanlardır. Tüm büyük aşk hikâyeleri; Leyla ve Mecnun, Ferhat ile Şirin, Soni ve Mahival bunlar, Romeo ve Juliet ile kıyaslanabilecek olan Doğu'nun üç büyük aşk hikâyesidir. Ancak tüm bu büyük âşıklar kavuşamazlar. Toplum, anne babalar, her şey bir engele dönüşür. Ve kanımca bu iyi de olmuştur. Âşıklar bir kez evlendiğinde o zaman geriye bir aşk hikâyesi kalmaz.
Mecnun asla Leyla'yı kollarına alamadığı için şanslıydı. İki kör kuvvet bir araya geldiğinde ne olur? Her ikisi de kör ve bilinçsiz olduğu için sonuç büyük bir ahenk olamaz. Sonuç sadece hükmetme, aşağılama, her türden çatışma için bir savaş alanı olabilir.
Ancak tutku, tetikte ve uyanık hale geldiğinde aşkın tüm enerjisi arınır, o sevgiye dönüşür. Aşk her zaman için bir kişiye yönelir ve onun en derindeki arzusu kişiye sahip olmaktır. Aynı şey diğer taraf için de geçerlidir. Ve bu her iki insan için de cehennem yaratır.
Sevgi hiç kimseye yönelmez. O bir ilişki değildir, o basitçe senin varlığının kendisidir. Sen ağaçlara, kuşlara, hayvanlara, insanlara, herkese koşulsuzca, karşılığında bir şey istemeden sevgi dolu olmaktan keyif alırsın. Sevgi kör biyolojiden özgürleşmektir.
Aydınlanmadan önce aşk enerjinin bastırılmadığı hususunda uyanık kalman gereklidir. Eski dinlerin yapmakta oldukları şey budur: Onlar aşkın biyolojik olarak ifade edilmesini kötülemeyi sana öğretirler. Böylelikle sen aşk enerjini bastırırsın...ve bu enerji sevgiye dönüşecek olan enerjidir.
Kötüleyerek dönüşüm olasılığı kalmaz. Bu yüzden senin azizlerin kesinlikle hiç sevgiye sahip değiller; onların gözlerinde hiçbir sevgi göremeyeceksin. Onlar içlerinde hiç öz sıvısı olmayan iskeletlerdir. Bir azizle yirmi dört saat yaşamak cehennemin nasıl bir şey olduğunu tecrübe etmek için yeterlidir. Belki de insanlar bu gerçeğin farkındadır, bu yüzden onlar azizlerin ayaklarına dokunurlar ve hemen uzaklaşıp giderler.
Çağımızın büyük filozoflarından birisi olan Bertrand Russell anlayışlı bir şekilde şöyle ifade etmişti: "Eğer bir cehennem ve cennet varsa ben cehenneme gitmek istiyorum." Niçin? Sırf azizlerden uzak durmak için çünkü cennet tüm bu ölü, donuk, tozlanmış azizlerle dolu olacaktır. Ve Bertrand Russell, "Bu arkadaşlığa bir dakika bile dayanamazdım. Ve ebediyeti geçirmek, sonsuza kadar aşkın ne olduğunu bilmeyen, arkadaşlığın ne olduğunu bilmeyen, hiç tatile çıkmayan bu cesetlerle çevrelenmek...!" diye düşünür.
Bir aziz haftanın yedi günü aziz kalır. Onun hiç olmazsa bir günlüğüne, Pazar günü, insan olmanın tadını çıkarmasına izin yoktur. Hayır, o kasılmış olarak kalır ve katılık zamanla büyümeye devam eder.
Bertand Russell'ın cehennemde kalma kararını çok taktir ediyorum çünkü onun bununla ne demek istediğini anlıyorum. Onun dediği şey, dünyadaki tüm renkli insanları -şairleri, ressamları, asi ruhları, bilim adamlarını, yaratıcı insanları, dansçıları, aktörleri, şarkıcıları, müzisyenleri— cehennemde bulacağındır. Cehennem gerçekten de cennet olmalı çünkü cennet cehennemden başka bir şey değil.
Her şey son derece tersine gitmiştir ve yanlış gitmesinin temel nedeni aşk enerjisinin bastırılmış olmasıdır. Gautam Buda'nın katkısı şudur: "Aşk enerjini bastırma. Onu zarifleştir ve bunu yapabilmek için de meditasyonu kullan." Bu yüzden yavaş yavaş meditasyon geliştikçe aşk enerjini zarif hale sokar ve onu sevgiye dönüştürür. O zaman, meditasyonun en yüksek zirvesine erişmeden ve aydınlanmanın güzel deneyimi halinde infilak etmeden önce sevgi çok yakında olacaktır. Aydınlanmış kişi için sevginin kökleri aracılığıyla enerjilerinin, onları almaya hazır olan herhangi birisine akmasına izin vermek —ki artık o dünyanın tüm enerjisine sahiptir— mümkün hale gelecektir. Sadece bu türden bir kimse bir ustadır.
Aydınlanmak basittir ama bir usta haline gelmek çok karmaşık bir olgudur çünkü o meditasyon artı sevgiye ihtiyaç duyar. Sadece meditasyon kolaydır, sadece sevgi kolaydır ama ikisinin beraber, aynı anda gelişmesi karmaşık bir iştir.
Ancak sevgi hissetmediği için tecrübelerini paylaşmayan ama aydınlanmış insanların yeryüzündeki bilinçliliğin gelişimine bir yardımı olmaz. Onlar insanlığın seviyesini yükseltmezler. Sadece ustalar bilinci yükseltmeye muktedirdirler. Sahip olduğun küçücük bilinçliliğin bile tüm kredisi aydınlanmalarından sonra dahi sevgi dolu kalmayı başarmış olan birkaç ustaya aittir.
Anlaman zor olacak...ancak aydınlanma öylesine seni içine çeker ki tüm dünyayı unutmaya meyledersin. Kişi o kadar çok tatmin içerisindedir ki, bilerek ya da bilmeyerek, doğru bir şekilde yahut yanlış bir biçimde aynı tecrübe için can atan milyonları düşünmeye hiç hali yoktur. Sevgi mevcut olarak kaldığında, o zaman bu insanları unutmak olanaksızdır. Aslında, vermek için, paylaşmak için bir şeye sahip olduğun an budur. Ve paylaşmak öylesine büyük bir keyiftir ki. Sevgi sayesinde, zamanla ne kadar çok paylaşırsan o kadar çoğuna sahip olduğunu öğrenmiştin. Aydınlanmanı da paylaşırsan daha da çok zenginliğe sahip olacaksın, aydınlanman çok daha fazla canlılığa, çok daha fazla kutlamaya, çok daha fazla boyuta sahip olacak.
Aydınlanma tek boyutlu olabilir; bu pek çok insanın başına gelmiştir. O, onları tatmin eder ve onlar evrensel kaynağın içinde kaybolurlar. Ancak aydınlanma çok boyutlu olabilir, o dünyaya pek çok sayıda çiçek getirebilir. Ve sen dünyaya bir şeyler borçlusun çünkü bu dünyanın kızı yahut oğlusun.
Zerdüşt'ün bir sözünü anımsadım: "Asla yeryüzüne ihanet etme. En ihtişamlı anında bile yeryüzünü unutma; o senin annendir. Ve insanları unutma. Onların engelleri olabilir, onlar senin düşmanların olabilir. Onlar seni pek çok şekilde mahvetmeye çalışmış olabilir; onlar seni çoktan çarmıha germiş olabilir; seni ölümüne taşa tutmuş, yahut seni hapsetmiş olabilirler fakat sen onları unutma. Her ne yaptılarsa bilinçsiz bir halde yaptılar. Onları affedemezsen, kim onları affedecek? Ve senin onları affetmen seni kıyaslanamaz bir şekilde zenginleştirecektir."
Sevginin karşısında olan hiçbir şeye destek vermemek için dikkatli ol. Kıskançlık, rekabet, tahakküm etme çabası; bunların tümü sevginin karşısındadır. Ve hemen bileceksin çünkü sevgin sarsıntı geçirecek. Sevginin sarsıldığını hissettiğin an, onun karşısında olan bir şey yaptığını bileceksin. Sevgini, sana kaygı, keder, çatışma dışında bir şey vaat etmeyen ve muazzam derecede değerli bir hayatı çarçur edecek aptalca şeylerle zehirleyeceksin.
Senin için güzel bir hikâye:
Paddy normalden bir saat önce eve döndü ve karısını yatakta çırılçıplak buldu. Nedenini sorduğunda, "Giyecek güzel kıyafetlerim olmadığı için protesto ediyorum" diye açıklama yaptı.
Paddy gardırobun kapağını çekip açtı. "Bu çok saçma," dedi "şuraya bak. Bir sarı elbise var, bir kırmızı elbise var, desenli elbise, pantolon takım...selam Bili!" ve devam eder, "yeşil bir elbise..."
Sevgi budur! Bu karısına karşı sevgidir, bu Bill'e karşı sevgidir. Kıskançlık yok, kavga yok, sadece basitçe, "Selam Bili! Nasılsın?" ve devam eder. Asla, "Gardırobumda ne yapıyorsun?" diye sorgulamaz.
Sevgi çok anlayışlıdır. O insan için mümkün olan en ince anlayıştır.
Bir sevgi insanı, her an gerçekleşmekte olan hayattaki küçük şeyler tarafından rahatsız olmamalıdır. Sadece o zaman dolaylı bir şekilde sen sevgi enerjilerinin birikmesine, kristalleşmesine, güçlenmesine ve meditasyonunun yükselmeye devam etmesine yardımcı olursun. Bu nedenle o mutlu an geldiğinde, ışıkla dolu olduğunda en azından bir dostun olacak: Sevgi. Ve ansızın yeni bir yaşam biçimi...çünkü artık sen o kadar çok şeye sahipsin ki tüm dünyayı kutsayabilirsin.
Her ne kadar Gautam Buda sürekli olarak ısrar etmiş olsa da sonunda o müritleri arasında bir bölünme, bir kategorileştirme yapmak zorunda kaldı. Bir kategoriye arhatas demiştir; onlar aydınlanmış insanlardır fakat sevgisizdirler. Onlar tüm enerjilerini meditasyona koymuşlardır ancak onlar Buda'nın sevgi hakkında söylediklerini dinlememişlerdir. Ve diğerini ise bodhisattvalar olarak adlandırır; onlar, onun sevgi hakkındaki mesajını dinlemişlerdir. Onlar sevgi ile aydınlanmıştır, bu nedenle onlar diğer kıyıya gitmek için acele etmezler; tüm zorluklarına rağmen insanlara yardımcı olmak için bu kıyıda takılmak isterler. Onların teknesi varmıştır ve belki de kaptan, "Vakit kaybetme, tüm hayatın boyunca aramış olduğun çağrı diğer kıyıdan ulaştı" diyor. Ama onlar kaptanı biraz daha beklemesi için ikna ederler. Böylelikle sevinçlerini, bilgeliklerini, ışıklarını, sevgilerini aynı şeyi aramakta olan insanlarla paylaşabilirler. Bu onlarda bir güven duygusu haline gelecektir: "Evet, başka bir kıyı var ve kişi olgunlaştığında, seni diğer kıyıya götürecek bir tekne gelir. Ölümsüzlerin bir kıyısı vardır, hayatın basitçe anbean yaşandığı bir dans ve bir şarkı olduğu, mutsuzluğun olmadığı bir kıyı mevcuttur. Ama bırak, en azından dünyayı terk etmeden önce bu insanların birazcık onun tadına bakmalarına yardım edeyim."
Ve ustalar her şekilde diğer kıyıya sürüklenmemek için tutunacak bir yol bulmayı denemişlerdir. Buda'ya göre sevgi en iyisidir çünkü sevgi de eninde sonunda bir arzudur. Birisine yardım etme fikri de bir arzudur. Ve arzuyu tuttuğun sürece diğer kıyıya götürülemezsin. Seni dünyaya bir pamuk ipliği bağlı tutar. İnce bir sevgi ipliği dışında her şey kopmuştur, tüm zincirler kopmuştur. Ancak Buda'nın üzerinde durduğu şey, bu ince ipliği mümkün olduğunca uzun tutmaya devam etmektir; ne kadar çok insana yardım edilebilirse etmelisin.
Senin aydınlanman bencilce bir dürtüye sahip olmamalıdır, o sana ait olmamalıdır; onu en geniş biçimde, mümkün olduğunca çok sayıda insanla paylaşmalısın. Sana yaşam veren, sana aydınlanmış hale gelmek için bu şansı tanıyan yeryüzünde bilinçliliği artırmanın yegâne yolu budur.
Hayatın sana vermiş olduğu her şeyi geri ödemek mümkün olmasa da, bir şeyleri...bir şeyi —sadece iki çiçek— şükranla ödemek için doğru an budur.
31 Ekim 2010 Pazar
27 Ekim 2010 Çarşamba
SEVGİ ARTI FARKINDALIK EŞİTTİR VARLIK
CAHİLLİKTEN MASUMİYETE
25 Ekim 2010 Pazartesi
Son geceler
Yinemi göz yaşı sıradan
Yoruldum aynı yalanlardan değişik bir bahane bul
Bitmiyor unutmakla
Bitmiyor ihanetler
Bitmiyor bu son geceler
Yinemi aynı şey yinemi
Yinemi göz yaşı sıradan
Yoruldum aynı yalanlardan değişik bir bahane bul
Bitmiyor unutmakla
Bitmiyor ihanetler
Bitmiyor bu son geceler
Son geceler ah bu son geceler
Bin defa yaşanır alışılmaz
Son geceler ah bu son geceler
Mühürler sözleri insanı konuşturmaz
Son geceler ah bu son geceler
Bin defa yaşanır inanılmaz
Son geceler ah bu son geceler
Sorular nedense sorulmaz
Yinemi aynı şey yinemi
Yinemi göz yaşı sıradan
Yoruldum aynı yalanlardan değişik bir bahane bul
Bitmiyor unutmakla
Bitmiyor ihanetler
Bitmiyor bu son geceler
Son geceler ah bu son geceler
Bin defa yaşanır alışılmaz
Son geceler ah bu son geceler
Mühürler sözleri insanı konuşturmaz
Son geceler ah bu son geceler
Bin defa yaşanır inanılmaz
Son geceler ah bu son geceler
Sorular nedense sorulmaz
10 Ekim 2010 Pazar
İYİ OLMAYA ÇALIŞMAYA BİR SON VER
26 Eylül 2010 Pazar
BİRÇOK HASTALIK, TEK BİR REÇETE
Kızmamaya çalıştın, pek çok kereler bu kararı aldın ama hâlâ oluyor.
Hırslı olmamaya çalıştın ama tekrar tekrar aynı tuzağa düştün.
Kendini değiştirecek tüm şeyleri denedin ama hiçbir şeyin olacağı yok gibi.
Hep aynı kalıyorsun.
Ve ben burada diyorum ki basit bir anahtarı var; farkındalık.
Buna inanamazsın. Nasıl olur da yalnızca farkındalık, başka pek çok şeyin bir yararı yokken yardım edebilir? Anahtarlar her zaman için çok küçüktür; anahtarlar büyük şeyler değildir. Küçücük bir anahtar çok büyük bir kilidi açabilir.
İnsanlar Buda'ya: "Kızmamak için ne yapmalıyız veya hırslı olmamak için ne yapmalıyız veya seks ya da yemek konusunda takıntılı olmamak için ne yapmalıyız?" diye sorduklarında, onun cevabı her zaman aynıydı: Farkında olun. Hayatınıza farkındalığı getirin.
Müridi Ananda tekrar ve tekrar her türden insanı dinleyince —farklı sorunlar ama doktorun reçetesi aynı kalıyor— kafası karışır. Der ki: Sizin sorununuz ne? Farklı farklı hastalıklarla geliyorlar—birisi hırs getiriyor ve birisi seks ve birisi yemek ve birisi de başka bir şey—ama sizin reçeteleriniz hep aynı kalıyor!" Buda da ona: "Hastalıkları farklı; aynen herkesin farklı rüyalar görmesi gibi" dedi.
İki bin kişi uyursa iki bin tane rüyaları olur. Ama eğer bana gelip bu rüyadan nasıl kurtulacağını sorarsan, ilacı aynı olacaktır: Uyan!
Farklı olmayacaktır; reçete aynı olacaktır. Onu farkındalık olarak adlandırabilirsin, tanık olma olarak adlandırabilirsin, anımsamak olarak adlandırabilirsin, meditasyon olarak adlandırabilirisin; bunlar aynı ilaç için verilmiş farklı adlardır.
ANALİZ EDEN VE TANIK
Batı yaklaşımı bir sorun hakkında düşünmek, sorunun nedenlerini bulmak, sorunun tarihine girmek, geçmişine gitmek, sorunu başlangıçtaki köklerinden sökmektir. Zihni koşulsuz hale getirmek, ya da yeniden koşullandırmak, bedeni yeniden koşullandırmak, beyinde kalmış olan tüm izleri silmek; budur Batının yaklaşımı. Psikanalist hafızaya girer; orada çalışır. Çocukluğuna gider, geçmişine gider; geriye doğru gider. Sorunun nereden kaynaklandığını bulur; belki elli yıl önce sen bir çocukken annenle ilişkin yüzünden başlamıştır, o zaman psikanalist geri dönecektir.
Elli yıllık hikâye! Uzun, sürüncemede kalmış bir iş. Hatta o zaman fazla bir yararı dokunmaz; bu sadece tek bir sorundan ibaret bir şey değildir. Bir tek sorunun tarihinin içine girebilirsin; otobiyografine bakıp sorunların sebeplerini bulabilirsin. Belki tek bir sorunu aradan çıkarabilirsin ama milyonlarca problem var. Şayet bir hayattaki sorunların hepsinin içine tek tek girmeye başlarsan, milyonlarca hayata ihtiyaç duyacaksın! Tekrar söyleyeyim: Tek bir hayatın sorunlarını çözmek için milyonlarca kez tekrar tekrar doğmak zorunda kalacaksın. Bu hemen hemen mümkün değildir. Bu yapılamaz. Ve bu hayatının problemlerini çözmek için doğduğun milyonlarca yaşam kendi sorunlarını yaratacak... ve bu böyle sürüp gidecek. Defalarca sorunların içine sürükleneceksin. Bu çok saçma!
Artık aynı psikoanalitik yaklaşım bedene doğru yöneldi: Rolfing, bioenerjetik ve diğer yöntemler bedendeki izleri kaldırmaya çalışıyor. Yine bedenin tarihine girmek zorundasın. Ama her iki yaklaşımda da aynı mantık silsilesinde işleyen değişmez şey: Problem geçmişten kaynaklanır, yani bir şekilde geçmişte bir yerlerde demir atmış olmalı.
İnsanın aklı her zaman iki imkânsız şeyi yapmaya çalışır. Birisi yapılamaz bir şey olan, geçmişi yeniden düzenlemektir. Geçmiş gerçekleşmiştir. Geçmişe gerçekten gidemezsin. Geçmişe gitmeyi düşündüğünde, en iyi ihtimalle onun anılarına gidebilirsin, o gerçek geçmiş değildir, o sadece bir anıdır. Geçmiş artık yoktur, dolayısıyla onu yeniden düzenleyemezsin. Bu insanlığın gerçekleşmesi imkânsız amaçlarından birisidir ve insan bunun yüzünden çok acı çekmiştir. Geçmişi silmek istersin; nasıl silebilirsin ki? Geçmiş kesindir. Geçmiş, bir şeyin tüm potansiyelinin bittiği anlamına gelir; gerçek olmuştur. Artık onu düzenleme, silme ya da yeniden yapma potansiyeli yoktur. Geçmişle ilgili yapılacak hiçbir şey yoktur.
Ve insan zihnini her zaman meşgul etmiş diğer imkânsız düşünce de geleceği kurmaktır; bu da, yine yapılamaz. Gelecek henüz olmamış olan demektir: Onu kuramazsın. Gelecek kurgulanmadan kalır, gelecek açık kalır.
Gelecek saf potansiyeldir; gerçekleşmediği sürece ondan emin olamazsın. Geçmiş saf gerçekleşmedir; olmuştur. Artık onunla ilgili bir şey yapılamaz. Bu ikisinin arasında, şimdiki zamanda insan durup bu iki imkânsızlığı düşünür. O gelecekle ilgili her şeyden emin olmak ister; ve bu yapılamaz. Bunun kalbinde mümkün olduğunca derinlere inmesine izin ver: Bu yapılamaz. Şimdiki anını geleceği belirlemek için harcama. Gelecek belirsizliktir; bu geleceğin niteliği tam olarak budur. Ve zamanını geriye bakarak harcama. Geçmiş gerçekleşti, o ölü bir olgudur. Ona hiçbir şey yapılamaz. Yapabileceğin en iyi şey onu yeniden yorumlamaktır, hepsi bu. Psikanalistin yaptığı da budur; onu yeniden yorumlamak. Yeniden yorum yapılabilir ama geçmiş aynı kalır.
Psikanaliz ve astroloji; astroloji bir şekilde geleceği belirlemek ister ve psikanalist de geçmişi yeniden yapmak ister. Her ikisi de bilim değildir. Her ikisi de imkânsızdır ama her ikisinin de milyonlarca takipçisi vardır çünkü insanoğlu bunu sever! O gelecekten emin olmak ister bu yüzden astrologa gider, I-Ching'e danışır, bir tarot okuyucusuna gider ve kişinin kendini kandırması, aptallaştırması için bin bir tane yöntem vardır. Ve geçmişi değiştirebileceğini söyleyen bazı insanlar vardır; onlara da danışır.
Bir kez bu iki şey bırakıldığında, her türlü aptallıktan özgürleşirsin. O zaman psikanaliste gitmezsin ve astrologa gitmezsin. O zaman geçmişin bittiğini bilirsin; sen de onunla birlikte biteceksin. Ve gelecek henüz gerçekleşmedi. Ne zaman olursa göreceğiz; tam şu an onun için hiçbir şey yapılamaz. Yalnızca, elinde olan, gerçek olan yegâne anı mahvedebilirsin.
Batı sürekli bir biçimde nasıl çözüleceğini bulmak için problemlere bakıyor. Batı problemleri ciddiye alıyor. Ve belli bir mantığın, verili bir önermenin içine girdiğinde mantık mükemmel görünür.
Geçenlerde bir fıkra okumaktaydım: Büyük bir felsefeci ve dünyaca ünlü bir matematikçi bir uçaktadırlar. Kaptandan, "Üzgünüm küçük bir gecikme olacak. Bir numaralı motor durdu ve biz üç motorla uçmaya devam ediyoruz" diye bir anons geldiğinde, matematikçi büyük bir matematik problemini düşünerek koltuğunda oturmaktadır.
On dakika kadar sonra ikinci bir anons gelir: "Korkarım daha da çok gecikme olacak; iki ve üç numaralı motorlar da durdu ve geriye sadece dört numara kaldı."
Bunun üzerine matematikçinin yanında oturan felsefeci ona dönüp, "Vay canına! Eğer diğeri de duracak olursa tüm geceyi burada geçireceğiz!"
Belli bir çizgi doğrultusunda düşünürken, onun yönünün kendisi pek çok şeyi mümkün kılar; saçma şeyler de mümkündür. Bir kez insanların problemlerini ciddiye almışsan, bir önermeyi kabul etmişsindir, ilk adımını yanlış attın. Şimdi bu doğrultuda gidebilirsin ve sürekli gidersin ve gidersin. Artık zihin olgusuyla, psikanalizle ilgili o kadar büyük miktarda bir literatür gelişmiştir ki; milyonlarca makale ve kitap yazılmıştır. Bir kez Freud belli bir mantığın kapısını açtıktan sonra o tüm yüzyıla hükmetmiştir.
Doğunun tamamen başka bir bakışı vardır. İlk olarak o der ki hiçbir problem ciddi değildir. Hiçbir problemin ciddi olmadığını söylediğin anda, problem nerdeyse yüzde doksan dokuz ölmüştür. Onunla ilgi tüm görüşün değişir. Doğunun söylediği ikinci şey ise problemin sen onunla özdeşleştiğin için orada olduğudur. Onun geçmişle bir ilgisi yoktur, tarihiyle bir ilgisi yoktur. Onunla özdeşleşmişsin; gerçek olan bu. Ve tüm problemleri çözecek anahtar da bu.
Örneğin, sen kızgın bir insansın. Eğer bir psikanaliste gidersen sana diyecektir ki: "Geçmişe git... kızgınlık nasıl içinde yükseldi? Hangi koşullarda giderek daha fazla zihnini şartlandırdı ve izlerini bıraktı? Tüm bu izleri temizleyip atmalıyız; onları silmeliyiz. Geçmişini tamamen arındırmalıyız."
Eğer Doğulu bir mistiğe gidersen sana diyecektir ki: "Sen kızgınlık olduğunu düşünüyorsun, kızgınlıkla özdeşleşmiş hissediyorsun; yanlış giden şey burada. Bir dahaki sefere kızgınlık geldiğinde bir izleyici ol, sadece bir tanık ol. Kızgınlıkla özdeşleşme. 'Ben kızgınım' deme. 'Ben kızgınlığım' deme. Onun olmasını sanki TV ekranında oluyormuşçasına izle. Kendine sanki başkasına bakıyormuş gibi bak."
Sen saf bilinçsin. Kızgınlık bulutu seni çevrelediğinde sadece izle ve tetikte ol, bu sayede onunla özdeşleşmezsin. Her şey problemle nasıl özdeşleşmeyeceğinle ilgili. Bir kez öğrendin mi... o zaman "bir sürü probleme" sahip olmak sorun olmaktan çıkar çünkü anahtar, aynı anahtar tüm kilitleri açar. Bu kızgınlık için böyledir, hırs için böyledir, seks için böyledir. Zihnin yapabileceği diğer her şeyde bu böyledir.
Doğu sadece özdeşleşmeden kal der. Unutma; George Gurdjieff'in "öz-anımsaması" derken demek istediği budur. Unutma sen bir tanıksın, dikkatli ol; Buda böyle diyor. Bir bulutun geçmekte olduğunun ayrımında ol; belki de bulut geçmişten geliyordur ama bunun hiçbir anlamı yok. Onun belli bir geçmişi olmalı, gökten zembille inmiş olamaz. Belli bir olay sırasından geliyor olmalı; ama bu tamamen konu dışıdır. Neden bununla meşgul olasın? Tam şimdi, tam şu an ondan ayrılabilirsin. Kendini ondan çekip çıkartabilirsin, köprü tam şu an yıkılabilir ve yalnızca şimdi yıkılabilir.
Geçmişe dönmek yardımcı olmayacak. Otuz yıl önce kızgınlık ortaya çıktı ve sen o gün onunla özdeşleştin. Artık bu geçmişinle özdeşleşmeni ortadan kaldıramazsın; o artık yok! Ancak şu an özdeşleşmenden kurtulabilirsin, tam şu an; sonrasında, geçmişindeki tüm kızgınlık silsilesi artık senin bir parçan olmaktan çıkar. Anne-baban ve toplumun sana her ne yaptıysa geri dönüp silmen gerekmeyecek; bu çok değerli şimdiki anın tam olarak ziyan edilmesi olacaktır. Hepsinden önce o birçok yılı mahvetti; şimdi tekrar senin şimdiki anını yok ediyor. Onun dışına kolayca çıkabilirsin, aynı bir yılanın eski derisinin dışına kayıvermesi gibi.
Geçmiş ve şartlandırmaları vardır ama onlar ya bedende ya da beyindedir; bilincinde var olmazlar çünkü bilinç şartlandırılamaz. Bilinç özgür kalır; özgürlük onun en saf niteliğidir, özgürlük onun doğasıdır. Bakabilirsin; pek çok yılın baskıları, pek çok yılın belli bir eğitimi. Şayet şu an ona bakıyorsan artık bu bilinç onunla özdeşleşmemektedir; öyle olmasa kim fark edecek? Eğer gerçekten baskılanmış halde olsaydın, o zaman kim farkında olacaktı? O zaman farkında olma olasılığı olmayacaktı.
Şayet sen , "Çılgın bir eğitim sisteminde yirmi bir yıl harcadım" diyebiliyorsan bir şey kesindir: Henüz sen çıldırmamışsın. Sistem başaramadı; işe yaramadı. Sen delirmedin bu yüzden tüm sistemin çıldırmış olduğunu görebiliyorsun. Delirmiş bir adam deliliğini göremez. Sadece akıllı bir adam bunun bir delilik olduğunu görebilir. Deliliği delilik olarak görmek için akıllılığına ihtiyaç vardır. Bu yirmi bir yıllık çıldırmış eğitim sistemi başarısız oldu; tüm bu baskıcı şartlandırmalar beceremedi. Gerçekte başaramaz; sadece senin onunla özdeşleşmenle orantılı olarak başarılı olabilir. Her an onun dışında durabilirsin... o orada, onun orada olmadığını söylemiyorum ama artık bilincinin bir parçası değil.
Bilincin güzelliği de budur; bilinç her şeyin dışına çıkabilir. Onun için bir engel, bir sınır yoktur. Bir saniye önce sen bir İngiliz'din; milliyetçiliğin saçmalığını anladıktan sonraki saniyede artık bir İngiliz değilsin. Senin beyaz tenin değişecek demiyorum; beyaz kalacak. Ama artık beyazlıkla kendini özdeşleştirmeyeceksin; artık siyahlığa karşı olmayacaksın. Onun aptallığını görüyorsun. Sadece artık İngiliz olmadığını gördüğün için İngilizce dilini unutacağını söylemiyorum, hayır. O hâlâ senin hafızanda olacak ama bilincin onun dışına kayacak, bilincin bir tepede durup vadiye bakıyor olacak; artık İngiliz vadide ölmüştür ve sen tepelerde, çok uzaklarda, bağımsız, dokunulmaz olarak duruyorsun.
Tüm Doğu metodolojisi tek bir sözcüğe indirgenebilir: Tanıklık. Ve tüm Batı metodolojisi tek bir sözcüğe indirgenebilir: Analiz etmek. Analiz ederken dönüp dönüp durursun. Tanıklıkta basitçe çemberin dışına çıkarsın.
Analiz etmek fasit bir dairedir. Eğer gerçekten analize girersen hemen şaşırırsın; nasıl mümkün olabilir? Örneğin, diyelim geçmişe gitmeye çalışacaksın, nerde duracaksın? Tam olarak nerede? Eğer geçmişe gidersen cinselliğin nerde başladı? On dört yaşındayken mi? Peki o zaman gökten mi indi? Bedeninde hazırlanıyor olmuş olmalı, öyleyse ne zaman? Doğduğunda mı? Ama o zaman annenin rahmindeyken hazırlanmıyor muydu? O halde ne zaman, döllendiğin an mı? Ama bundan önce cinselliğinin yarısı annenin yumurtalarında olgunlaşmıştı ve diğer yarısı da babanın sperminde olgunlaşıyordu. Artık sen devam et... nerede sonlanacak? Adem’le Havva’ya gitmek zorunda kalacaksın! Hatta o zaman dahi son bulmaz: Allah Baba’nın kendisine gitmen gerekecek; herşeyden önce Adem'i neden yaratma ihtiyacı duydu ki?...
Analiz her zaman yarım kalacaktır, dolayısıyla analizin kimseye gerçek bir faydası olmayacak. Kendi gerçekliğine daha çok uyum sağlamanı sağlayacak, hepsi bu. Bu bir çeşit düzenleme, o senin problemlerin hakkında, nasıl yaratıldıkları, nereden kaynaklandıkları konusunda birazcık anlayış edinmene yardım eder. Ve bu azıcık entelektüel anlayış senin topluma daha iyi uyum sağlamana yardım eder ama sen aynı kişi olarak kalırsın. Onun aracılığıyla bir dönüşüm yoktur, kökten bir değişim yoktur.
Tanık olmak bir devrimdir. Ta köklerden gelen bir radikal değişimdir. O varoluşa tamamıyla yeni bir insan getirir çünkü o bilincini tüm koşullanmaların dışına çıkarır. Koşullanmalar bedende ve zihinde vardır ama bilinç koşullanmadan kalır. O saftır, her zaman saftır. O bakiredir; onun bekâreti iğfal edilemez.
Doğunun yaklaşımı seni bu bakire bilincin, bu saflığın, bu masumiyetin farkına vardırmaktır. Doğunun vurgusu gökyüzünedir ve Batının vurgusu ise bulutlaradır. Bulutların bir yaradılış hikâyesi vardır: Nereden geldiklerini bulursan, okyanusa gitmek zorunda kalacaksın, sonra güneş ışınlarına ve suyun buharlaşmasına ve bulutların şekillenmesine... ve sonra da devam edebilirsin ancak bir çemberin içinde dolanacaktır. Bulutlar oluşur, sonra tekrar gelirler, ağaçlara âşık olurlar, tekrar yeryüzüne dökülmeye başlarlar, nehre dönüşürler, okyanusa giderler, buharlaşmaya başlarlar, güneş ışıklarıyla tekrar yükselirler, bulut olurlar ve tekrar yeryüzüne düşerler... Bu sürer gider ve döner durur, döner durur, döner durur. Bu bir çarktır. Neresinden dışarı çıkacaksın? Bir şey diğerine götürür ve sen çarkın içinde kalacaksın.
Gökyüzünün yaradılış hikâyesi yok. Gökyüzü yaratılmamıştır: O hiçbir şey tarafından imal edilmemiştir. Aslında herhangi bir şeyin olabilmesi için gökyüzüne bir zorunluluk, bir öncül olarak ihtiyaç vardır; o her şeyin var olmasından önce var olmalıdır. Hıristiyan din bilginlerine sorabilirsin; derler ki: "Tanrı dünyayı yarattı." Onlara Tanrı dünyayı yaratmadan önce bir gökyüzü var mıydı yok muydu diye sor. Şayet gökyüzü olmadıysa, Tanrı nerede var oluyordu? Onun bir uzaya ihtiyacı olmuş olmalı. Eğer uzay olmadıysa dünyayı nerede yarattı? Dünyayı nereye koydu? Uzay Tanrının var olması için bile bir zorunluluk. "Tanrı uzayı yarattı" diyemezsin. Bu saçma olurdu, o zaman var olabileceği bir uzay olmazdı. Uzay Tanrıdan önce var olmalıdır.
Gökyüzü her zaman oradaydı. Doğunun yaklaşımı gökyüzüne dikkat etmektir. Batının yaklaşımı seni giderek daha fazla bulutlara karşı uyarır ve birazcık yardım eder ancak en derindeki özünün farkına vardırmaz. Çeperin, evet. Etrafın biraz daha farkında olursun ama merkezin farkında olmazsın. Ve bu çeper bir hortumdur.
Hortumun merkezini bulmak zorundasın. Ve bu sadece tanık olunarak gerçekleşir.
Tanık olmak koşullanmalarını değiştirmeyecek. Tanıklık senin bedenindeki adale sistemini değiştirmeyecek. Ancak, tanık olmak sana tüm adale sistemlerinin, tüm koşullanmaların ötesinde olduğun deneyimini verecek. Bu öteye geçmişlik, aşkınlık halinde —senin için— hiçbir problem var olmaz.
Ve artık o sana kalmış. Beden hâlâ adale sistemini taşıyacak, zihin hâlâ koşullanmalarını taşıyacak; artık sana kalmış. Eğer arada bir problem arayacak olursan, zihinbedene giderek probleme sahip olup tadını çıkartabilirsin. Şayet istemezsen dışarıda kalabilirsin. Problem zihinbeden olgusunun içine kazılı bir biçimde duracak ama sen ondan ayrı ve uzakta olacaksın.
Bir Buda böyle iş görür. Sen hafızanı kullanıyorsun, bir Buda da hafızasın kullanır ama kendisini onunla özdeşleştirmez. O hafızayı bir mekanizma olarak kullanır. Mesela ben dili kullanıyorum. Dili kullanmak zorunda olduğumda zihni ve içinde iz bırakmış olan her şeyi kullanıyorum ancak sürekli olarak bakıldığında ben zihin değilim; bunun farkındalığı oradadır. Yani ben patron olarak kalırım, zihin de hizmetkâr olarak kalır. Zihin çağırıldığında gelir; onun faydaları oradadır ancak hükmedemez.
Öyleyse problemler yine de var olacak ama onlar yalnızca beden ve zihnin içinde tohum olarak var olacaklar. Geçmişini nasıl değiştirebilirsin ki? Geçmişte bir Katolik oldun; şayet kırk yıl bir Katolik olduysan, bu kırk yılı nasıl değiştirecek ve bir Katolik olmayacaksın ki? Hayır, bu kırk yıl bir Katolik olarak geçirdiğin bir dönem olarak kalacak ama sıyrılıp onun dışına çıkabilirsin. Artık biliyorsun ki o yalnızca bir özdeşleşmeydi. Bu kırk yıl yok edilemez ve onları ortadan kaldırmaya gerek yok. Eğer evin efendisiysen gerek yoktur. Hatta bu kırk yılı bir şekilde, yaratıcı bir şekilde kullanabilirsin. Bu çılgın eğitim bile yaratıcı bir biçimde kullanılabilir.
Beyinde ve kas sisteminde kalmış olan izlerin hepsi... onlar orada olacak ama bir tohum, bir potansiyel olarak. Eğer kendini fazlasıyla yalnız hisseder ve problem sahibi olmak istersen onları alabilirsin. Sefillik olmadığı halde kendini fazlasıyla sefil hissedersen onları alabilirsin. Onlar her zaman emrine amade olacaklar ama onları almaya gerek yok, böyle bir zorunluluk yok. Bu senin seçimine kalmış.
MERKEZDE OLMANIN TEKNİĞİ TANIK OLMADIR
Merkezde olmaktan bahsettik; bir kişi iki şekilde yaşayabilir: Çeperinden yaşayabilir veya merkezinden yaşayabilir. Çeper egoya aittir ve merkez ise varlığa aittir. Egondan yaşıyorsan her zaman diğeriyle ilişkili olarak yaşıyorsun. Çeper diğeriyle ilgilidir.
Her ne yaşıyorsan yaşa hiçbirisi bir eylem değildir, her zaman bir tepkidir; sana yapılmış olan bir şeye karşılık yapıyorsun. Çeperden hiçbir eylem yoktur, hepsi bir tepkidir; merkezinden hiçbir şey gelmez. Bir anlamda sen koşulların kölesisin. Sen hiçbir şey yapmıyorsun; daha çok bunu yapmak zorunda bırakılıyorsun.
Merkezden bu durum tamamen değişir. Merkezden eyleme geçmeye başlarsın; ilk kez bir rela-ta olarak değil, kendi doğrularınla var olmaya başlarsın.
Buda bir köyden geçiyor. Bazı insanlar kızgınlar, onun öğretilerinin fazlasıyla karşısındalar. Onu taciz ediyorlar, ona hakaret ediyorlar. Buda sessizce onları dinler ve der ki: "Bitirdiyseniz izin verin de devam edeydim. Bir sonraki köye ulaşmam gerekiyor ve beni bekliyor olacaklar. Eğer zihninizin köşesinde bir şeyler hâlâ varsa, geri dönüp bu yol üzerinden geçerken bitirebilirsiniz."
Onlar da der ki: "Seni taciz ettik, sana hakaret ettik, bize bir şey söylemeyecek misin?" Buda şöyle der: "Asla şu an tepki vermem. Ne yaptığınız sizi ilgilendirir; asla şu an tepki vermem, beni bir şey yapmaya zorlayamazsınız. Beni taciz edebilirsiniz; bu size kalmış. Ben bir köle değilim. Ben özgür bir adam haline geldim. Ben merkezimden hareket ederim, çeperimden değil ve sizin tacizleriniz sadece benim çeperime dokunabilir, merkezime değil. Merkezim dokunulmadan kalır."
Sana merkezine dokunulduğundan değil, bir merkezin olmadığı için dokunuluyor. Sen sadece bir çepersin, çeperle özdeşleşmişsin. Çeper her şey tarafından, gerçekleşen her şey tarafından dokunulmaya mahkûmdur. O senin sınırındır dolayısıyla ne olursa olsun ona dokunacaktır. Ve senin bir merkezin yok. Bir merkezin olduğu anda, o zaman kendinle aranda bir mesafe vardır; çeperinden bir mesafen vardır. Birisi çeperini taciz edebilir ama seni değil. Sen ayrı durabilir, dışında kalabilirsin; kendin ve sen arasında bir mesafe kalır. Çeperin olarak seninle ve merkezin olarak seninle bir mesafe vardır. Ve bu mesafe başka birisi tarafından yok edilemez çünkü hiç kimse senin merkezine sızamaz. Dış dünya sadece senin çeperine dokunabilir.
Bu durumda Buda şöyle diyor: "Artık ben merkezimdeyim. On yıl önce farklı olabilirdi; şayet beni taciz etmiş olsaydınız, o zaman tepki verebilirdim. Ancak artık sadece eylemde bulunuyorum."
Eylem ve tepki arasındaki farkı net bir şekilde anlamalısın. Birisini seni sevdiği için seviyorsun. Buda da seni seviyor, sen onu sevdiğin için değil ama; bu tamamen konu dışıdır. Onu sevmen ya da nefret etmen konu dışıdır; o seni seviyor çünkü bu bir eylem, tepki değil. Eylem senden kaynaklanır ve tepkiyse sana dayatılır. Merkezinde olmak artık eylemde bulunmaya başladın demektir.
Hatırlanması gereken bir başka şey de, eylemde bulunduğun zaman, eylemin hep tam olduğudur. Tepki verdiğinde hiçbir zaman tam olamazsın. O her zaman kısmidir, parçalıdır çünkü çeperimden hareket ettiğimde —yani tepki verdiğimde— bütün olamam çünkü ben gerçekten ona katılmam. Yalnızca benim çeperim katılır, dolayısıyla o bütün olamaz. Bu demektir ki, eğer çeperinden seversen sevgin hiçbir zaman tam olamaz; her zaman kısmidir. Ve bu çok şey ifade eder çünkü sevgi tam değilse, o zaman boş kalan kısım nefretle dolacaktır. Şefkatin kısmiyse kalan kısım gaddarlıkla dolacaktır. İyilikseverliğin kısmiyse o zaman boş kalan kısmı kim dolduracak? Şayet Tanrın tam değilse, o zaman kalan boşluğu doldurmak için bir şeytana ihtiyacın olacak.
Bu, kısmi bir eylemin çelişkili ve kendisiyle çatışma halinde kalmasının kaçınılmaz olduğu anlamına geliyor. Modern psikoloji aynı anda hem sevdiğini hem de nefret ettiğini söylüyor. Zihnin bir amfibidir, çelişkilidir; aynı objeyle hem sevgi hem nefret ilişkisi kuruyorsun. Ve eğer sevgi ve nefretin ikisi de oradaysa, o zaman kafa karışıklığı olacaktır, hem de zehirli bir kafa karışıklığı. Şefkatin ve gaddarlığın karışmış durumda. Ve senin yardımseverliğin hırsızlıktır, ibadetinse bir çeşit şiddete dönüşmüştür. Çeperde bir aziz olmaya çalışsan da, azizliğin günahla çınlamaya mahkûmdur. Çeperdeki her şey kendisiyle çatışma halinde olacaktır.
Sadece merkezinden hareket ettiğinde eylemin tamdır. Ve eylemin tam olduğunda kendisine has bir güzelliği vardır. Eylem tam olduğunda anlıktır. Eylemin tam olduğunda anısını taşımazsın, buna gerek duymazsın! Eylemin tam değilse, o havada asılı kalmış bir şeydir.
Bir şey yiyorsun; yemen tam değilse, gerçekten yemen bittiği zaman zihninde yemeye devam edersin. O sürüncemede kalır. Yalnızca tam bir şeyin bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Kısmi bir şey ise başı-sonu belli olmayan devamlı bir dizidir. Evindesin ve dükkânını ve çarşıyı yanında taşıdın. Dükkânındasın ve evini ve ev işlerini yanında getirdin. Tek bir an bile tam olarak içinde olmadın —ve olamayacaksın— çok fazla şey sürekli taşınmakta. Zihinde ve kalpteki ağırlık, yoğun ağırlık budur.
Bütün bir eylemin bir başlangıcı ve sonu vardır. O atomiktir; bir dizi değildir. Şimdi orada ve sonra orada değil. Bilinmeyenin içine girebilmek için ondan tamamıyla özgürsün. Aksi taktirde kişi bir yivin içinde döner durur, zihin takılıp kalmıştır. Sürekli aynı dairesel harekete, fasit bir dairede devam eder durursun. Çünkü geçmiş hiç bitirilmemiştir, şimdiki ana gelir. Devam eder ve geleceğin içine girer.
Dolayısıyla kısmi bir zihin, çeperdeki bir zihin kendi geçmişini taşır. Ve geçmiş büyük bir şeydir! Geçmiş hayatları hesaba katmasan bile, o zaman bile geçmiş büyük bir şeydir. Elli yılın güzel-çirkin deneyimi ama bitmemiş; hiçbir şey bitmemiş, yani elli yıl uzunluğunda ölü bir geçmişi devamlı taşımaktasın. Bu ölü geçmiş şimdiki tek bir anın üzerine çullanacak; onu öldürmesi kaçınılmaz!
Bu durumda yaşayamazsın, imkânsız. Üzerindeki bu geçmişle yaşayamazsın; her an o kadar taze ve narindir ki tüm bu ölü yük onu öldürecek. Öldürüyor! Geçmişin sürekli şu anını öldürüyor ve şu anın öldüğünde de sırtındaki ağırlığın bir parçası olur. Canlıyken senin bir parçan değildir; öldüğünde, geçmişin tarafından öldürüldüğünde senin olur, o zaman senin bir parçandır. Durum bundan ibaret.
Merkezinden eyleme geçtiğin an, her eylem bütündür, atomiktir. Oradadır ve sonra da değildir. Ondan tamamen özgürsün. O zaman sırtında yük olmadan, ağırlıksız hareket edebilirsin. Ve ancak o zaman, taptaze bir şekilde ona gelerek her zaman orada olan yeni anın içinde yaşayabilirsin. Ancak ona sadece geçmişin ağırlığını taşımıyorsan taze bir şekilde gelebilirsin.
Ve eğer geçmiş bitirilmediyse geçmişi taşımak zorunda kalacaksın çünkü zihin her şeyi bitirme eğilimindedir. Bitirilmediyse, o halde taşınmak zorunda. Bir şey gün boyunca tamamlanmadıysa, geceleyin rüyasını göreceksin çünkü zihin her şeyi bitirme eğilimine sahiptir. Bittiği an zihin onun ağırlığından kurtulur. Bitirilmediği sürece zihin tekrar ve tekrar ona dönmeye mahkûmdur.
Ne olursa olsun, yaptığın her şey —sevgin, cinselliğin, arkadaşlığın— bitmemiştir. Ve çeperde kalarak onu bütün yapamazsın. Peki nasıl kendi merkezimizde olabiliriz? Nasıl merkezde olmayı başarıp çeperde olmayacaksın? Bunun tekniği tanık olmadır.
Bu tanık olmak sözcüğü en önemli sözcüktür. Merkezde olmayı sağlayan yüzlerce teknik vardır ama tanık olmak tüm bu tekniklerin bir parçası, temel bir parçasıdır. Teknik ne olursa olsun, tanık olmak onun vazgeçilmez bir parçası olacaktır. Dolayısıyla onu tüm tekniklerin tekniği olarak adlandırmak daha iyi olacaktır. Bu sadece bir teknik değildir; tanık olma süreci bütün tekniklerin vazgeçilmez bir parçasıdır.
Tanık olmaktan saf teknik olarak da söz etmek mümkündür. Örneğin J. Krishnamurti, o tanık olmaktan saf bir teknik olarak söz ediyor. Ancak böyle konuşmak beden olmadan yalnızca ruhtan bahsetmek gibidir. Onu hissedemez, onu göremezsin. Her yerde ruh bedenle cisimleşmiştir; ruhu beden aracılığıyla hissedersin. Elbette ruh beden değildir ama onu beden aracılığıyla hissedebilirsin. Her teknik bir bedendir ve tanık olmaksa ruhtur. Tanık olmaktan tüm bedenlerden, tüm maddeden bağımsız olarak bahsedebilirsin; o zaman o soyutlaşır, tamamen soyutlaşır. Krishnamurti yarım yüzyıldır sürekli konuşmaktadır ama ne söylerse söylesin, söyledikleri o kadar saftır, cisimsizdir ki, kişi anladığını zanneder ama bu anlayış sadece bir kavram olarak kalır.
Bu dünyada hiçbir şey saf ruh olarak var olmaz. Her şey bedenleşmiş olarak var olur. Tanık olmak tüm ruhsal çalışmaların ruhudur ve tüm teknikler bedendirler, değişik bedenler.
Öyleyse ilk olarak tanık olmanın ne olduğunu anlamak zorundayız ve o zaman tanık olmayı bazı bedenler, bazı teknikler aracılığıyla anlayabiliriz.
Düşünmenin ne olduğunu biliyoruz ve kişi tanık olmayı anlayabilmek için önce düşünmeden başlamalıdır çünkü insan bildiği şeyden başlamalıdır. Düşünmenin ne olduğunu biliyoruz, düşünmek yargılamak demektir; bir şey görürsün ve yargılarsın. Bir çiçek görürsün ve onun güzel olduğunu ya da güzel olmadığını söylersin. Bir şarkı duyarsın ve onu ya beğenirsin ya da beğenmezsin. Bir şeyi ya beğenirsin ya da bir şeyi lanetlersin. Düşünmek yargılamaktır; düşünmeye başladığın anda yargıya başlamışsındır.
Düşünmek değerlendirmektir. Değerlendirmeden düşünemezsin. Bir çiçeği değerlendirmeden nasıl onun hakkında düşünebilirsin? Düşünmeye başladığın anda onun güzel olduğunu ya da olmadığını söyleyeceksin. Bir kategori kullanmak zorunda kalacaksın çünkü düşünmek sınıflamaktır. Bir şeyi sınıfladığın anda —onu etiketlediğinde, isimlendirdiğinde— onun hakkında düşünmüşsündür.
Yargılamayacaksan düşünmek mümkün değildir. Eğer yargılamayacaksan, o zaman farkında kalabilirsin ama düşünemezsin.
Burada bir çiçek var ve ben sana diyorum ki, "Ona bak ama düşünme. Çiçeği gör ama düşünme." Bu durumda ne yapabilirsin? Düşünmeye izin verilmediyse ne yapabilirsin ki? Yalnızca tanık olabilirsin; sadece farkında olabilirsin. Sadece çiçeğin farkında olabilirsin. Sadece çiçeğin bilincinde olabilirsin. Gerçekle yüzleşebilirsin; çiçek orada. Artık onunla karşılaşabilirsin. Düşünmeye izin verilmezse, "O güzel. O güzel değil. Onu biliyorum" ya da "O çok garip; daha önce hiç görmemiştim" diyemeyeceksin. Hiçbir şey söyleyemezsin. Sözcükler kullanılamaz çünkü her sözcüğün içinde bir değerlendirme vardır. Her sözcük bir yargıdır. Dil yargıların ağırlığını taşır; dil hiçbir zaman tarafsız olamaz. Bir sözcük kullandığın anda yargılamışsındır.
Bu durumda dili kullanamazsın, sözcüklerle ifade edemezsin. Sana, "Bu bir çiçek, ona bak ama düşünme" dediğimde, sözlerle ifade etmeye izin yok demektir. O halde ne yapabilirsin? Sadece bir tanık olabilirsin. Şayet düşünmeden orada durup bir şeyle yüzleşirsen bu tanık olmaktır. O halde tanık olma pasif bir farkındalık demektir. Unutma pasif. Düşünmek aktiftir, bir şey yapıyorsun. Bir şeye bakarken onunla bir şey yapıyorsundur. Pasif değilsin, bir ayna gibi değilsin; bir şey yapıyorsun. Ve bir şey yaptığın anda bir şeyi değiştirmiş oldun.
Bir çiçek görüyorum ve "O güzel!" diyorum; onu değiştirdim. Şimdi çiçeğe bir şey dayattım. Artık çiçek her neyse, benim için o bir çiçek artı onun güzel olma duygusudur. Artık çiçek çok uzaklarda; çiçek ve benim aramda benim yargılayıcı hislerim, onun güzel olduğu değerlendirmem var. Artık çiçek benim için aynı değil, nitelik değişti. Onun içine girdim, artık benim yargım gerçeğin içine nüfuz etti. Artık o daha çok kurgu ve daha az gerçek.
Çiçeğin güzel olduğu duygusu çiçeğe ait değildir, bana aittir. Ben gerçeğe girdim. Artık gerçek bakire değil, onu bozdum. Artık benim zihnim onun bir parçası haline geldi. Aslında, benim zihnim onun bir parçası oldu demek, benim geçmişim onun parçası oldu anlamına gelir. Çünkü ben, "Bu Çiçek güzel" dediğimde, bu, ben onu geçmiş bilgilerim aracılığıyla yargıladım anlamına gelir. Bu çiçeğin güzel olduğunu nasıl söyleyebiliyorsun? Geçmişinin deneyimleri, geçmişinin kavramları böyle bir şey güzeldir der; sen onu geçmişine göre yargıladın demektir.
Zihin senin geçmişin, anıların demektir. Geçmiş şimdinin üzerine yığıldı. Bakire bir gerçeği yok ettin, artık o çarpıtıldı. Artık çiçek yok; kendi içindeki bir gerçeklik olarak çiçek artık orada değil. Senin tarafından bozuldu, yok edildi; senin geçmişin araya girdi. Yorumladın; düşünmek budur.
Düşünmek geçmişi şu anın gerçekliğine getirmektir.
Bu nedenle düşünmek seni asla hakikate ulaştırmaz çünkü hakikat bakiredir ve onun tüm bakireliğiyle yüzleşmek zorunludur. Geçmişini getirdiğin anda onu yok ediyorsun. O zaman o bir yorumdur, gerçekliğin görülmesi değil. Onu bozdun, saflık kayboldu.
Düşünmek geçmişini şimdiki ana getirmektir. Tanık olmak geçmiş yok demektir, sadece şu an; geçmişin araya girmemesidir.
Tanık olmak pasiftir. Sen bir şey yapmıyorsun; sen varsın! Sadece oradasın. Sadece orada mevcutsun. Çiçek orada mevcut, sen orada mevcutsun; o zaman orada bir tanık olma ilişkisi vardır. Çiçek mevcut olduğunda ve sen değil, senin tüm geçmişin mevcut olduğunda, o zaman o bir düşünme ilişkisidir.
Düşünmekten başlarsın. Düşünmek nedir? O zihni şimdiye getirmektir. O zaman şimdiki anı kaçırdın demektir; tamamen kaçırdın! Geçmiş şu ana nüfuz ettiği an, onu kaçırdın. "Bu çiçek güzel" dediğinde o gerçekten geçmiş olur. "Bu çiçek güzel" dediğinde, o geçmiş bir deneyimdir. Tanıdın ve yargıladın.
Çiçek ve sen orada olduğunuzda bu çiçek güzel demek dahi mümkün değildir. Şimdiki anda hiçbir yargı beyan edemezsin. Her yargı, her beyan geçmişe aittir. "Seni seviyorum dersem geçmiş bir şey haline geldi. "Bu çiçek güzel" dersem hissettim, yargıladım; o geçmiş oldu.
Tanık olmak hep şimdidir, hiçbir zaman geçmiş değil. Düşünmek her zaman geçmiştir. Düşünmek ölüdür, tanık olmaksa canlıdır. Öyleyse bir sonraki ayrım... İlk olarak, düşünmek bir şey yapmaktır. Tanık olmak pasiftir, yapmamaktır, saf oluştur. Düşünmek her zaman geçmiştir, ölüdür, artık yoktur, göçüp gitmiştir. Tanık olmak her zaman şimdiki andır, olandır.
Bu durumda eğer düşünmeye devam edersen tanık olmanın ne olduğunu asla bilemezsin. Düşünceyi durdurmak, sonlandırmak tanık olmayı başlatır. Düşüncenin durması tanık olmaktır.
O zaman ne yapmalı? Çünkü düşünmek bizimle birlikte olan çok eski bir alışkanlıktır. Tıpkı bir robot gibi, mekanik bir şey haline geldi. Sen düşünmüyorsun; artık senin kararın değil, mekanik bir alışkanlık. Başka bir şey yapamazsın. Çiçeğin geldiği an düşünme başlamıştır. Sözsüz deneyimlerin yok; yalnızca küçük çocukların var. Sözsüz deneyim gerçek deneyimdir. Söze dökmek deneyimden kaçmaktır.
"Çiçek güzel" dediğimde çiçeği kaybettim. Artık benim ilgilendiğim çiçek değil zihnim. Artık zihnimdeki çiçeğin kendisi değil görüntüsüdür. Artık çiçeğin kendisi zihindeki bir resim, bir düşüncedir ve şimdi geçmiş deneyimlerimle kıyaslayıp yargılayabilirim. Ama artık çiçek orada değildir.
Sözcüğe döktüğünde deneyime kapalısın. Sözcükler olmadan farkında olduğunda açıksın, savunmasızsın. Tanık olmak deneyime sürekli açık olmadır, kapanma yoktur.
Ne yapmalı? Düşünme denen şu mekanik alışkanlık bir yerden kırılmak zorunda. Öyleyse her ne yapıyorsan yap sözsüz bir biçimde yapmaya çalış. Zordur, çetindir ve başlangıçta kesinlikle imkânsızmış gibi gelir ama değildir. İmkânsız değildir; zordur. Sokakta yürüyorsun, sözsüz yürü. Sadece yürü, yalnızca bir-iki saniye bile olsa bambaşka bir dünyanın kapısı aralanacak; sözsüz bir dünya, insanın kendi içinde yarattığı zihnin dünyası değil gerçek dünya.
Yemek yiyorsun; sözsüz ye. Birisi Bokoju'ya sordu —Bokoju yüce bir Zen ustasıydı— "Senin yolun, senin yöntemin nedir?" Bokoju dedi ki: "Benim yöntemim çok basit: Karnım acıktığında yerim; uykum geldiğinde uyurum, hepsi bu."
Adam allak bullak oldu. "Ne diyorsun? Ben de yemek yerim ve uyurum ve herkes aynı şeyi yapıyor. Bunda kendi yolun olarak adlandırılacak ne var?" diye sordu.
Bokoju: "Sen yemek yerken pek çok şey yapıyorsun, sadece yemiyorsun. Ve sen uyurken, uyumak dışında her şeyi yapıyorsun. Ama ben yerken, sadece yiyorum; uyurken sadece uyuyorum. Her eylem tamdır."
Eğer sözsüz olursan her eylem bütündür. O halde zihninde sözel bir ifade olmadan, zihninde düşünceler olmadan yemeyi dene ve o zaman yemek bir meditasyona dönüşür çünkü sözsüzsen bir tanık olacaksın.
Eğer sözelsen bir düşünür olacaksın. Eğer sözsüz olursan o konuda bir şey yapamazsın; otomatikman bir tanık olacaksın. O halde ne olursa olsun sözsüz bir şekilde yapmaya çalış: Yürü, ye, duş al ya da sessizce otur. O zaman sadece otur; "bir oturuş" ol. Düşünme. O zaman sadece oturmak bile bir meditasyon olur; sadece yürümek de bir meditasyon olur.
Birisi Bokoju'dan talepte bulundu: "Bana bazı meditasyon teknikleri ver."
Bokoju dedi ki: "Sana bir teknik verebilirim ama meditasyon yapamayacaksın çünkü bir tekniği sözelleştiren bir zihinle uygulayabilirsin." Parmakların bir tespihte gezinebilir ama sen düşünmeye devam edersin. Parmakların hiç düşünce olmadan sadece tespihte gezinirse, o zaman o bir meditasyon haline gelir. O zaman gerçekten hiç tekniğe ihtiyaç yoktur. Yaşamın tümü bir tekniktir. Bokoju bu yüzden dedi ki: "Benimle kalıp beni izlersen daha iyi olur. Bir yöntem isteme, sadece beni izle ve anlayacaksın."
Zavallı adam yedi gün boyunca izledi. Kafası daha da karışmaya başladı. Yedi gün sonra dedi ki: "Geldiğimde kafam daha az karışıktı. Artık kafam iyice karışık. Seni yedi gün boyunca sürekli izledim; izlenecek ne var ki?"
Bokoju: "O zaman izlememişsin. Yürüdüğümde, gördün mü, sadece yürüyorum? Sabahleyin bana çay getirdiğinde, izledin mi? Sadece çayı alıp içiyorum, yalnızca çayı içiyorum. İzledin mi? İzlediysen, Bokoju'nun artık var olmadığını hissetmiş olmalısın."
Bu zor fark edilir bir nokta çünkü şayet düşünen oradaysa ego vardır. O zaman Bokoju ya da başka birisisindir. Ama şayet sözelleştirme olmadan, düşünce olmadan sadece eylem varsa, o zaman ego yoktur. O yüzden Bokoju der ki: "Gerçekten izledin mi? Orada Bokoju yoktu; yalnızca çay içmek, bahçede dolaşmak, toprağı kazmak vardı."
Buda bunun yüzünden ruh yoktur der. Çünkü izlemedin, bir ruhun olduğuna düşünmeye devam ediyorsun. Sen yoksun! Bir tanıksan, o zaman sen yoksun. "Ben" kendisini düşünceler aracılığıyla şekillendirir.
Bir şey daha: Biriktirilmiş düşünceler, bir araya toplanmış anılar ego duygusu yaratır, sen değil.
Bu deneyi bir yap: Bütün geçmişini kes, kendinden uzaklaştır, hiç anı yok. Anne-babanın kim olduğunu bilmiyorsun, kime; hangi ülkeye, hangi dine, hangi ırka ait olduğunu bilmiyorsun. Nerede eğitildiğini, eğitilip eğitilmediğini bilmiyorsun. Sadece tüm geçmişi kes ve kim olduğunu anımsa.
Kim olduğunu hatırlayamazsın! Açıktır ki sen varsın. Sen varsın ama sen kimsin? Tam bu anda bir "ben" duygusu gelemez.
Ego sadece biriktirilmiş geçmiştir. Ego senin sıkıştırılmış, kristalize edilmiş düşüncendir.
Bu yüzden Bokoju: "Beni izlediysen, ben yoktum. Çay içme vardı ama bir içen yoktu. Bahçede yürümek vardı ama bir yürüyen yoktu. Eylem oradaydı ama eylemci yoktu" diyor.
Tanık olmada bir "ben" duygusu yoktur; düşünmedeyse vardır. Sözde düşünürler egolarında çok derinden kökleşmişlerse bu bir rastlantı değildir. Sanatçılar, düşünürler, felsefeciler, edebiyatçılar; şayet onlar çok egoistlerse bu sadece bir rastlantı değildir. Ne kadar çok düşünceye sahipsen, o kadar büyük bir egon vardır.
Tanık olmada ego yoktur ama bu sadece sen dili aşarsan mümkündür. Dil engeldir. Dile başkalarıyla iletişim kurmak için gereksinim duyulur; kişinin kendisiyle iletişim kurması için ona ihtiyaç yoktur. O çok kullanışlı bir araçtır; hatta en kullanışlı olan araçtır. İnsan sadece dil sayesinde bir toplum bir dünya yaratabildi. Ama dil yüzünden insan kendisini unuttu.
Dil bizim dünyamızdır. Bir ar için bile dilini unutacak olsan, geriye ne kalır? Kültür, toplum, Hinduizm, Hıristiyanlık, komünizm; ne kalır? Hiçbir şey kalmaz. Varoluştan yalnızca dil alınacak olsa, kültürüyle, medeniyetiyle, diniyle, felsefesiyle tüm insanlık ortadan kalkar.
Dil başkalarıyla iletişim kurmaktır; o yegâne iletişimdir. Kullanışlıdır ama tehlikelidir ve ne zaman bir araç çok kullanışlı olsa, aynı oranda da tehlikelidir. Bundaki tehlike şudur; zihin ne kadar dilin içine doğru yönelirse merkezden o kadar uzağa gider. O halde, kişinin dilin içine girmek ve aynı zamanda dili terk etmek, dilin dışına çıkmak konusunda çok ince bir dengeye ve ustalığa sahip olması gerekir.
Tanık olmak dilin, sözelleştirmenin, zihnin dışına çıkmaktır.
Tanık olmak bir zihinsizlik, bir düşünmeme halidir.
Bunu dene! Bu çok uzun sürecek bir çaba ve hiçbir şey öngörülemez ama dene ve bu çaba sana dilin ansızın kaybolduğu anlar sunacak. Ve o zaman yeni boyutlar açılır. Başka bir dünyanın; eşzamanlılığın dünyasının, şimdi ve buranın dünyasının, zihinsizliğin dünyasının, gerçekliliğin dünyasının farkına varırısın.
Dil buharlaşmak zorunda. Öyleyse sıradan eylemleri, bedensel hareketleri dili kullanmadan yapmayı dene. Buda bu tekniği nefesi izlemek için kullandı. Müritlerine hep, "Nefesinizi izlemeye devam edin. Hiçbir şey yapmayın: Sadece nefesin içeri geldiğini, nefesin dışarı gittiğini izleyin" derdi. Böyle söylenmemeli, hissedilmeli; nefes sözler olmadan içeri geliyor. Nefesin içeri girdiğini hisset, nefesle birlikte hareket et, bırak bilincin nefesle birlikte derine insin. Sonra bırak dışarı yönelsin. Nefesinle birlikte hareket etmeye devam et. Tetikte ol!
Buda'nın şöyle dediği söylenir: "Tek bir nefesi dahi kaçırmayın. Fizyolojik olarak tek bir nefesi dahi kaçırırsanız ölürsünüz ve farkındalıkta tek bir nefesi kaçırırsanız, merkezi kaçırmış olacaksınız, içerde ölü olacaksınız." Ayrıca Buda der ki: "Nefes bedenin yaşaması için hayatidir ve nefesin farkındalığı da ruhsal merkezinizin yaşamı için hayatidir."
Nefes al, farkında ol. Ve eğer nefesinin farkında olmaya çalışıyorsan düşünemezsin çünkü zihin iki şeyi; düşünmeyi ve tanık olmayı aynı anda yapamaz. Tanık olma olgusunun kendisi düşünmekle kesinlikle taban tabana zıttır. O yüzden ikisini aynı anda yapamazsın. Tıpkı aynı anda hem canlı hem ölü olamayacağın, uyanık ve uykuda olamayacağın gibi, hem düşünüyor hem de tanık oluyor olamazsın. Herhangi bir şeye tanık ol ve düşünmek duracaktır. Düşünme içeri girer ve tanık olma kaybolur.
Tanık olmak içeride hiçbir eylem olmayan pasif bir farkındalıktır. Farkındalığın kendisi bir eylem değildir.
Bir gün Nasreddin Hoca çok endişeliydi, kara kara düşünüyordu. Yüzüne bakan herkes düşüncelerinin içinde bir yerde kaybolmuş, çok gergin, ıstırap içerisinde olduğunu hissedebilirdi. Karısı alarma geçti. Sordu: "Ne yapıyorsun Nasreddin? Ne düşünüyorsun? Sorun nedir, neden bu kadar endişelisin?"
Hoca gözlerini açtı ve dedi ki: "Bu nihai olan problem. Kişinin öldüğünü nasıl anladığını düşünüyorum. Kişi ölü olduğunu nasıl bilir? Ölecek olursam öldüğümü nasıl anlayacağım? Çünkü ölümü henüz bilmiyorum. Tanımak bir şeyi önceden bilmek