12 Kasım 2010 Cuma

Bilince Açılan Kapı

Milyonlarca insan aynaya göre yaşıyor. Aynada gördüklerinin kendi suratları olduğunu sanıyorlar. Bunun kendi isimleri, kendi kimlikleri olduğuna ve hepsinin bundan ibaret olduğuna inanıyorlar.



Biraz daha derine inmen gerekiyor. Gözlerini kapatmalısın. İçini izlemelisin. Sessizce durman lazım. İçinde tam bir sessizliğe ulaşamazsan asla kim olduğunu anlayamazsın. Bunu ben sana söyleyemem. Söylemenin bir yolu yok. Herkesin kendiliğinden keşfetmesi gerekiyor.



Ama varsın – bu kadarı kesin. Tek sorun içinin derinliğindeki merkeze ulaşmak ve kendini keşfetmek. İşte benim yıllardır öğrettiğim de budur. Benim meditasyon dediğim kendini bulmaya yarayan bir araçtan başka bir şey değildir.



Bana sorma. Kimseye sorma. Cevap içinde bir yerde saklı ve onu keşfetmek için içinin derinliklerine inmen gerekecek. Üstelik o kadar yakın ki – yüz seksen derece dönüversen karşına çıkacak.



Ve sen bir isimden, bir yüzden, bir bedenden ibaret olmadığını görüp şaşıracaksın, hatta sadece bir beyin de değilsin.



Sen tüm varoluşun, onun güzelliğinin, ihtişamının, mutluluğunun, muhteşem coşkusunun bir parçasısın.



Bilincin anlamı kendini tanımaktan başka bir şey değil

Sayfada Ara




MERKEZ VE ÇEVRE



Bedenin kendi içinde herhangi bir özelliği yoktur. Bedenin ötesinde bir şeyler onun parlamasını sağlar. Bedenin görkemi bedenin kendisinden kaynaklanmaz – o bir taşıyıcıdır – görkem yolcu sayesinde oluşur. Yolcuyu unutursan o zaman iş sadece zevk düşkünlüğüne dönüşür. Yolcuyu unutmazsan o zaman bedeni sevmek, onun değerini bilmek ibadetin parçası haline gelir.



Günümüzün bedene tapınma modası anlamsızdır. Bu nedenle insanlar sağlıklı beslenme, masaj, Rolfing ve bin bir başka yöntemle yaşamlarına bir anlam katmaya çalışırlar. Ama gözlerine bak; orada büyük bir boşluk göreceksin. Hedefi ıskaladıklarını fark edeceksin. Esansı kaçmış, açamamış bir çiçek gibiler. İçleri çöl gibi kurumuş, kayıplar ve ne yapacaklarını bilemiyorlar. Beden adına bir sürü şey yapmaya devam ederler, ama hedefi ıskalıyorlar.



Duyduğum bir anekdotu iletiyorum:



Rosenfeld eve suratında kocaman bir gülümseme ile girdi. "Ne kadar iyi bir alışveriş yaptığıma inanamayacaksın," dedi karısına. "Dört tane en dayanıklısından otomobil tekerleği aldım, üstelik indirimdeydiler."



"Sen çıldırdın mı?" dedi karısı. "Ne diye lastik aldın ki? Araban bile yok senin."



"Ne olmuş yani," dedi Rosenfeld, "sen sutyen almıyor musun?"



Merkez ortada yoksa o zaman çevresini süsler durursun. Bu başkalarını kandırmaya yarayabilir, ama seni tatmin edemez. Bazen seni de kandırabilir, çünkü kendi yalanını defalarca tekrarlarsan sen bile gerçek olduğuna inanmaya başlarsın, ama seni tatmin edemez ve seni huzura kavuşturamaz. İnsanlar hayatın tadını çıkarmaya uğraşır dururlar, ama hiç de keyif almazlar. Unutma ki keyif almak için çaba harcıyorsan hedefi ıskalarsın. Mutluluğu elde etme çabası başlı başına saçmadır, çünkü mutluluk zaten buradadır: ona ulaşılmaz. Bu konuda hiçbir şey yapmak gerekmez; sadece ona yol açarsın. O yaşanmaktadır; tüm çevreni sarmıştır; içerde, dışarıda, mutluluk vardır. Başka hiçbir şey gerçek değildir. İzle, dünyanın derinliklerine bak, ağaçlara, kuşlara, taşlara, hayvanlara iyice bak: yaradılışın hammaddesi mutluluktur, coşkudur. Neşeden oluşur. Bir şey yapılması gerekmez. Önündeki engel senin kendi öz varlığın olabilir. Rahatla ki için mutlulukla dolsun; rahatla ki içinden mutluluk fışkırsın.



İnsanlar gergin. Bir şeylerin peşinde koştuğunda gerginlik yükselir; bir şeyleri rahat bırakınca da gevşeme gelir.



İnsanlar koşturuyorlar, koşup duruyorlar, hayattan bir şeyler elde etmeye, suyunu çıkarmaya çalışıyorlar. Bu şekilde bir şey elde edilemez, çünkü yolu bu değildir. Hayatı zorlayamazsın; ona teslim olman lazım. Hayatı fethedemezsin. Hayata yenilecek kadar cesur olmalısın. O noktada yenilgi zaferdir ve zafere ulaşma çabası sana son ve kesin bir yenilgiden başka bir şey sağlamayacaktır.



Hayat fethedilemez, çünkü bütün, bir parçasına yenilmez. Bu ufak bir su damlasının denizi fethetmesine benzer. Evet, ufak damla denize düşüp ona karışabilir, ama denizi fethedemez. Hatta, denize düşmek onu fethetmenin yoludur diyebiliriz.



İnsanlar mutluluk arayışı içindeler, o nedenle bedenlerine fazlasıyla düşkünler. Bu neredeyse bir takıntı halinde yaygın. Olay bedene ilgiden bedenle takıntısı olmaya dönüştü. Bedenleri aracılığı ile mutluluğu yakalamaya çalışıyorlar, ama bu mümkün değil.



Bir diğer sorun da beynin çok rekabetçi olması. Aslında bedenini hiç de öyle fazla sevmiyor, sadece başkalarıyla rekabet ediyor olabilirsin. Başkaları bir şeyler yaptığı için sen de yapıyorsundur. Amerikan aklı şimdiye kadar görülmüş en sığ ve en hırslı akıldır. Çok maddiyatçıdır. O yüzden Amerika'nın en üst gerçekliği, işadamıdır. Diğer her şey fonda kaybolur gider; işadamı yani parayı kontrol eden adam en üst düzey gerçekliktir. Hindistan'da eskiden brahmin'ler bu konumdaydı, yani Tanrı arayışında olanlar. Avrupa'da ise aristokratlar vardı. Kültürlü, iyi eğitim almış, uyanık, hayatın ince nüanslarına hakim kişiler: müziğe, sanata, şiire, heykele, mimariye, klasik dansa, eski Yunanca ve Latince gibi lisanlara... Komünist rejimde proletarya, ezilenler, baskı altındakiler, işçiler en yüksek gerçekliktir. Kapitalizmde ise bu ayrıcalık işadamına, parayı kontrol edene aittir.



Para en rekabetçi ortamdır. Kültürlü olmana gerek yok, paran olması yeterli. Müzik veya şiir hakkında bir şey bilmen gerekmiyor. Edebiyat, tarih, din, felsefe hakkında bilgi sahibi olmanın hiç lüzumu yok. Hayır, bilmene gerek yok. Banka hesabın kabarıksa önemli olursun. Ben bu nedenle Amerikan tarzı anlayışın görülmüş en sığ anlayış olduğunu söylüyorum. O her şeyi ticarete döndürdü. Devamlı rekabet halinde. Bir Van Gogh veya Picasso tablosu aldığında onu Picasso olduğu için almıyorsun. Komşunda da var diye alıyorsun. Onların salonunda bir tane asık, bu durumda sen nasıl olur da aynısına sahip olmazsın? Mutlaka elde etmelisin. Nasıl asacağını bile bilmiyor olabilirsin, çünkü Picasso'nun tablolarının hangi yöne bakması gerektiği pek belli değildir. Otantik bir Picasso olup olmadığını bile bilemeyebilirsin. Fazla bakmayabilirsin de, ama ona sahip olursun, çünkü başkalarında da vardır. Paranla ve eşyalarınla devamlı gösteriş yaparsın, çünkü pahalı şeylerin önemli olduğu sanılır.



Amerikan başarısının en büyük ölçüsü para ve komşularmış gibi görünüyor. Komşunla aşık atmak zorundasın. Onların evde saunası varsa sen de "in" olabilmek için bir tane edinmelisin. Yoksa fakirmiş gibi görünürsün. Herkesin ormanda evi varsa sen de alacaksın. Ormanı pek sevmeyebilirsin veya orada canın sıkılabilir. Veya televizyon karşısına oturup normalde evde izlediğin programları izliyor olabilirsin. Nerede yaşadığın ne fark eder ki? Cevap şöyle: fark eder, çünkü başkaları için fark ediyor. Ve bu böyle sürer gider.



Şunu duydum:



Yaşlı Luke ve karısı mahallenin en cimri çifti olarak biliniyorlardı. Luke öldü ve birkaç ay sonra karısı da ölüm döşeğindeydi. Bir komşusunu çağırdı ve zayıf bir sesle, "Ruthie," dedi, "beni gömerken siyah ipek elbisemi giydirsinler, ama önce sen sırtındaki kumaşı kes de kendine yeni bir elbise dik. Çok iyi bir kumaştır, harcansın istemem."



"Bunu yapamam," dedi Ruthie. "Sen ve Luke cennete doğru ilerlerken elbisenin sırtı olmazsa, melekler ne der?"



"Bana bakmazlar bile," dedi. "Luke gömülürken üstünde pantolonu yoktu." İlgi hep diğerinin üzerindedir: Luke pantolon giymiyor olacak, o yüzden herkes ona bakacak. Amerikalıların bütün derdi birbirleriyledir.



Hiç çocuğu koşarken, bağrışırken, sebepsiz yere dans ederken izledin mi, aslında ortada fol yok yumurta yokken? "Niye bu kadar mutlusun?" diye sorarsan cevap veremez. Mutlu olmak için bir neden olması gerekir mi? Çocuk "neden" diye sorulduğu için şaşıp kalacaktır. Omuzlarını silkip yoluna gidecek, yine şarkı söyleyip dans etmeye başlayacaktır. O hiçbir şeye sahip değildir. Başbakan değildir, Amerikan başkanı değildir, Rockefeller değildir. Malı mülkü yoktur, belki plajdan topladığı birkaç deniz kabuğu ile renkli taş, hepsi o.



Amerikalının yaşamı kısadır. Beden durunca Amerikalının sonu gelir. O nedenle Amerikalı ölümden çok korkar. Ölüm korkusu yüzünden yaşamını bazen komik bir şekilde uzatmaya çalışır durur. Şimdi bir sürü Amerikalı hastanelerde veya tımarhanelerde bitki hayatı yaşıyor. Aslında yaşamıyorlar; çoktan ölmüşler. Onları doktorlar, ilaçlar ve modern cihazlar canlı tutuyor. Bir şekilde hayata asılıyorlar. Ölüm korkusu çok büyük. Bir kere gittin mi sonsuza dek yoksun ve geride hiçbir şey kalmıyor, çünkü Amerikalı bedenin dışında hiçbir şey bilmiyor. Sadece bedeni bilirsen çok yoksul kalırsın. Her şeyden önce hep ölümden korkarsın ve ölümden korkan birisi yaşamaktan da korkar – çünkü yaşamla ölüm öylesine iç içe geçmiştir ki ölmeye korkuyorsan yaşamaya da korkarsın. Ölümü getiren yaşamdır, o halde ölümden korkuyorsan yaşamı nasıl sevebilirsin? Korku hep orada olacaktır. Sana ölümü getiren yaşamdır; onu bütünüyle yaşayamayacaksın. Eğer ölüm her şeyin sonu ise, eğer senin inanç ve anlayışın bu ise, o zaman yaşamın koşuşturmaktan ve kovalamaktan ibaret olacaktır, çünkü ölümün soluğu ensendedir ve sabırlı davranamazsın. İşte böylece Amerikanlıların hız manyaklığını anlayabilirsin: her şeyin çabucak yapılması gerekiyor, çünkü ölüm yolda; ölmeden evvel elinden geldiğince çok şey yapmaya çalışmalısın. Ölmeden evvel mümkün olduğunca çok deneyim yaşamalısın, çünkü öldün mü her şey bitiyor.



Bu büyük bir anlamsızlık yaratıyor ve, tabii ki, acı ve endişe de. Eğer bedenden geriye hiçbir şey kalmayacaksa, yaptıkların çok derin şeyler olamaz. O zaman yaptıkların seni tatmin edemez. Eğer ölüm sonsa ve geriye hiçbir şey kalmıyorsa, yaşamın herhangi bir anlamı veya önemi olamaz. O zaman hayat aptalın tekinin ağzından dinlediğin öfke ve kuru gürültü dolu anlamsız bir öyküden başka bir şey değildir.



Baul (bilinci olan insan) bedenin içinde olduğunu, ama bedenden ibaret olmadığını bilir. Bedeni sever; orası onun evi, yuvasıdır. Bedene düşman değildir, çünkü kendi yuvana düşman olmak aptallıktır, ama materyalist değildir. Dünyadan haberi vardır, ama materyalist değildir. Çok gerçekçidir, ama materyalist değildir. Bilir ki ölümde aslında hiçbir şey ölmez. Ölüm gelir, ama hayat devam eder.



Duyduğum bir hikaye:



Cenaze töreni sona ermişti ve cenaze levazımatçısı Desmond yaşlı bir beyefendinin yanında durduğunu fark etti.



"Akrabalardan biri misiniz?" diye sordu. "Evet, öyleyim," dedi yaşlı adam. "Kaç yaşındasınız?" "Doksan dört."



"Hmmmm," dedi Desmond, "o zaman en iyisi burada kalın, nasılsa yakında gene geleceksiniz." Her şey bedensel yaşam üzerine kurulu: yaş doksan dörtse iş bitmiştir. O zaman eve gitmeye değmez; en iyisi ölmek. Ne diye onca yolu tepesin ki? Nasılsa yakında cenaze evine geri gelmek zorunda kalacaksın. Hiç değmez...eğer tek gerçek ölümse, o zaman yirmi dört veya doksan dört olman ne değiştirir? Aradaki fark yalnızca birkaç seneden ibarettir. O zaman gençler kendilerini yaşlı hissetmeye başlarlar ve çocuklar da şimdiden ölü. Bu bedenin ilk ve son yaşamın olduğuna inanırsan o zaman tüm bunların ne anlamı var? Ne diye yaşıyoruz?



Camus, insan için en temel metafizik sorunun intihar olduğunu yazar. Onunla aynı fikirdeyim. Eğer beden tek gerçeklikse ve içinde bedenin ötesinde hiçbir şey yoksa elbette ki üzerinde düşünülecek, endişelenilecek, kafa yorulacak tek şey beden olur. Neden intihar edilmesin? Neden doksan dörde kadar beklenilsin? Ne diye onca zaman türlü çeşitli dert ve sıkıntı çekilsin? Madem ölünecek, neden bugün ölünmesin? Niye yarın sabah tekrar uyanalım? Bu çok lüzumsuz görünüyor.



Bir yandan Amerikalı deneyim elde edeceğim diye devamlı oradan oraya koşturup duruyor, hiçbir şeyi kaçırmamak için. Dünyanın etrafında koşup duruyor, şehirden şehre, ülkeden ülkeye, otelden otele koşturuyor. Bir gurudan diğerine, bir kiliseden ötekine koşuyor, aranıyor, çünkü ölümün soluğu ensesinde. Bir yanda delicesine, durmak bilmeyen bir kovalamaca, diğer yanda her şeyin boş olduğuna dair bir inanç var, çünkü ölümle hepsi sona erecek. Yani zengin veya fakir yaşaman, zeki veya aptal, çapkın veya kendi halinde olman neyi değiştirir ki? Sonunda ölüm gelir ve herkesi eşitler: akıllıyı ve aptalı, bilgeyi ve günahkarı, aydınlanmışı ve cahili, hepsi toprağa girip kaybolur. O zaman bütün her şeyin anlamı nedir? Buda veya İsa veya Yehuda olmak ne fark eder? İsa çarmıhta ölür, ertesi gün Yehuda intihar eder: ikisi de toprağa girer.



Öte yandan senin bir şeyleri kaçıracağın ve diğerlerinin yakalayacağına dair bir korku vardır; elde etsen bile aslında ortada bir şey olmadığını bilmenin yarattığı endişe vardır; başarsan da bunun anlamsız olduğu, çünkü ölümün gelip her şeyi mahvedeceği gerçeği vardır.



Bilinçli insan bedende yaşar, bedenini sever, keyfini sürer, ama bedenden ibaret değildir. İçinde tüm ölümleri aşacak bir şey barındığını bilir. İçinde sonsuz, zamanın yok edemeyeceği bir şey olduğunu bilir. Bunu meditasyon, aşk, dua sayesinde hissedebilmiştir. Bunu kendi varlığının içinde hissedebilmiştir. Ölümden korkmaz, çünkü yaşamın ne olduğunu bilir. Mutluluğun peşinden koşmaz, çünkü bilir ki Tanrı ona milyonlarca fırsat tanıyacaktır; tek yapacağı bunlara izin vermektir.



Ağaçların yere kök saldığını görmüyor musun? Onlar hiçbir yere gidemiyorlar, ama yine de mutlular. Mutluluğun peşinde koşamazlar; kalkıp da mutluluk arayamazlar. Kökleri yerin dibinde, kımıldayamıyorlar, ama mutluluklarını görmüyor musun? Yağmur yağdığındaki neşelerini, rüzgar estiğindeki keyiflerini görmüyor musun? Dans ettiklerini hissetmiyor musun? Kökleri var; bir yere gidemezler. Yine de yaşam onlara geliyor.



Her şey gelir. Sen sadece alacak kapasiteyi yaratırsın; her şey gelir. Sen sadece kapıyı açarsın. Yaşam sana gelmeye hazır. Sen o kadar çok engel koyuyorsun ki! Yaratabileceğin en büyük engel de yaşamı kovalamak. Kovalamacan ve koşuşturman yüzünden yaşam ne zaman gelip de kapını çalsa sen evde olmuyorsun. Hep başka bir yerde oluyorsun. Hayatı kovalamaya devam ediyorsun ve hayat da seni.. ve buluşma asla gerçekleşmiyor.



Var ol... sadece var ol ve bekle ve sabırlı ol.

Hiç yorum yok: