26 Eylül 2010 Pazar

BİRÇOK HASTALIK, TEK BİR REÇETE

Kızmamaya çalıştın, pek çok kereler bu kararı aldın ama hâlâ oluyor.

Hırslı olmamaya çalıştın ama tekrar tekrar aynı tuzağa düştün.

Kendini değiştirecek tüm şeyleri denedin ama hiçbir şeyin olacağı yok gibi.

Hep aynı kalıyorsun.

Ve ben burada diyorum ki basit bir anahtarı var; farkındalık.

Buna inanamazsın. Nasıl olur da yalnızca farkındalık, başka pek çok şeyin bir yararı yokken yardım edebilir? Anahtarlar her zaman için çok küçüktür; anahtarlar büyük şeyler değildir. Küçücük bir anahtar çok büyük bir kilidi açabilir.

İnsanlar Buda'ya: "Kızmamak için ne yapmalıyız veya hırslı olmamak için ne yapmalıyız veya seks ya da yemek konusunda takıntılı olmamak için ne yapmalıyız?" diye sorduklarında, onun cevabı her zaman aynıydı: Farkında olun. Hayatınıza farkındalığı getirin.

Müridi Ananda tekrar ve tekrar her türden insanı dinleyince —farklı sorunlar ama doktorun reçetesi aynı kalıyor— kafası karışır. Der ki: Sizin sorununuz ne? Farklı farklı hastalıklarla geliyorlar—birisi hırs getiriyor ve birisi seks ve birisi yemek ve birisi de başka bir şey—ama sizin reçeteleriniz hep aynı kalıyor!" Buda da ona: "Hastalıkları farklı; aynen herkesin farklı rüyalar görmesi gibi" dedi.

İki bin kişi uyursa iki bin tane rüyaları olur. Ama eğer bana gelip bu rüyadan nasıl kurtulacağını sorarsan, ilacı aynı olacaktır: Uyan!

Farklı olmayacaktır; reçete aynı olacaktır. Onu farkındalık olarak adlandırabilirsin, tanık olma olarak adlandırabilirsin, anımsamak olarak adlandırabilirsin, meditasyon olarak adlandırabilirisin; bunlar aynı ilaç için verilmiş farklı adlardır.

ANALİZ EDEN VE TANIK

Batı yaklaşımı bir sorun hakkında düşünmek, sorunun nedenlerini bulmak, sorunun tarihine girmek, geçmişine gitmek, sorunu başlangıçtaki köklerinden sökmektir. Zihni koşulsuz hale getirmek, ya da yeniden koşullandırmak, bedeni yeniden koşullandırmak, beyinde kalmış olan tüm izleri silmek; budur Batının yaklaşımı. Psikanalist hafızaya girer; orada çalışır. Çocukluğuna gider, geçmişine gider; geriye doğru gider. Sorunun nereden kaynaklandığını bulur; belki elli yıl önce sen bir çocukken annenle ilişkin yüzünden başlamıştır, o zaman psikanalist geri dönecektir.

Elli yıllık hikâye! Uzun, sürüncemede kalmış bir iş. Hatta o zaman fazla bir yararı dokunmaz; bu sadece tek bir sorundan ibaret bir şey değildir. Bir tek sorunun tarihinin içine girebilirsin; otobiyografine bakıp sorunların sebeplerini bulabilirsin. Belki tek bir sorunu aradan çıkarabilirsin ama milyonlarca problem var. Şayet bir hayattaki sorunların hepsinin içine tek tek girmeye başlarsan, milyonlarca hayata ihtiyaç duyacaksın! Tekrar söyleyeyim: Tek bir hayatın sorunlarını çözmek için milyonlarca kez tekrar tekrar doğmak zorunda kalacaksın. Bu hemen hemen mümkün değildir. Bu yapılamaz. Ve bu hayatının problemlerini çözmek için doğduğun milyonlarca yaşam kendi sorunlarını yaratacak... ve bu böyle sürüp gidecek. Defalarca sorunların içine sürükleneceksin. Bu çok saçma!

Artık aynı psikoanalitik yaklaşım bedene doğru yöneldi: Rolfing, bioenerjetik ve diğer yöntemler bedendeki izleri kaldırmaya çalışıyor. Yine bedenin tarihine girmek zorundasın. Ama her iki yaklaşımda da aynı mantık silsilesinde işleyen değişmez şey: Problem geçmişten kaynaklanır, yani bir şekilde geçmişte bir yerlerde demir atmış olmalı.

İnsanın aklı her zaman iki imkânsız şeyi yapmaya çalışır. Birisi yapılamaz bir şey olan, geçmişi yeniden düzenlemektir. Geçmiş gerçekleşmiştir. Geçmişe gerçekten gidemezsin. Geçmişe gitmeyi düşündüğünde, en iyi ihtimalle onun anılarına gidebilirsin, o gerçek geçmiş değildir, o sadece bir anıdır. Geçmiş artık yoktur, dolayısıyla onu yeniden düzenleyemezsin. Bu insanlığın gerçekleşmesi imkânsız amaçlarından birisidir ve insan bunun yüzünden çok acı çekmiştir. Geçmişi silmek istersin; nasıl silebilirsin ki? Geçmiş kesindir. Geçmiş, bir şeyin tüm potansiyelinin bittiği anlamına gelir; gerçek olmuştur. Artık onu düzenleme, silme ya da yeniden yapma potansiyeli yoktur. Geçmişle ilgili yapılacak hiçbir şey yoktur.

Ve insan zihnini her zaman meşgul etmiş diğer imkânsız düşünce de geleceği kurmaktır; bu da, yine yapılamaz. Gelecek henüz olmamış olan demektir: Onu kuramazsın. Gelecek kurgulanmadan kalır, gelecek açık kalır.

Gelecek saf potansiyeldir; gerçekleşmediği sürece ondan emin olamazsın. Geçmiş saf gerçekleşmedir; olmuştur. Artık onunla ilgili bir şey yapılamaz. Bu ikisinin arasında, şimdiki zamanda insan durup bu iki imkânsızlığı düşünür. O gelecekle ilgili her şeyden emin olmak ister; ve bu yapılamaz. Bunun kalbinde mümkün olduğunca derinlere inmesine izin ver: Bu yapılamaz. Şimdiki anını geleceği belirlemek için harcama. Gelecek belirsizliktir; bu geleceğin niteliği tam olarak budur. Ve zamanını geriye bakarak harcama. Geçmiş gerçekleşti, o ölü bir olgudur. Ona hiçbir şey yapılamaz. Yapabileceğin en iyi şey onu yeniden yorumlamaktır, hepsi bu. Psikanalistin yaptığı da budur; onu yeniden yorumlamak. Yeniden yorum yapılabilir ama geçmiş aynı kalır.

Psikanaliz ve astroloji; astroloji bir şekilde geleceği belirlemek ister ve psikanalist de geçmişi yeniden yapmak ister. Her ikisi de bilim değildir. Her ikisi de imkânsızdır ama her ikisinin de milyonlarca takipçisi vardır çünkü insanoğlu bunu sever! O gelecekten emin olmak ister bu yüzden astrologa gider, I-Ching'e danışır, bir tarot okuyucusuna gider ve kişinin kendini kandırması, aptallaştırması için bin bir tane yöntem vardır. Ve geçmişi değiştirebileceğini söyleyen bazı insanlar vardır; onlara da danışır.

Bir kez bu iki şey bırakıldığında, her türlü aptallıktan özgürleşirsin. O zaman psikanaliste gitmezsin ve astrologa gitmezsin. O zaman geçmişin bittiğini bilirsin; sen de onunla birlikte biteceksin. Ve gelecek henüz gerçekleşmedi. Ne zaman olursa göreceğiz; tam şu an onun için hiçbir şey yapılamaz. Yalnızca, elinde olan, gerçek olan yegâne anı mahvedebilirsin.

Batı sürekli bir biçimde nasıl çözüleceğini bulmak için problemlere bakıyor. Batı problemleri ciddiye alıyor. Ve belli bir mantığın, verili bir önermenin içine girdiğinde mantık mükemmel görünür.

Geçenlerde bir fıkra okumaktaydım: Büyük bir felsefeci ve dünyaca ünlü bir matematikçi bir uçaktadırlar. Kaptandan, "Üzgünüm küçük bir gecikme olacak. Bir numaralı motor durdu ve biz üç motorla uçmaya devam ediyoruz" diye bir anons geldiğinde, matematikçi büyük bir matematik problemini düşünerek koltuğunda oturmaktadır.

On dakika kadar sonra ikinci bir anons gelir: "Korkarım daha da çok gecikme olacak; iki ve üç numaralı motorlar da durdu ve geriye sadece dört numara kaldı."

Bunun üzerine matematikçinin yanında oturan felsefeci ona dönüp, "Vay canına! Eğer diğeri de duracak olursa tüm geceyi burada geçireceğiz!"

Belli bir çizgi doğrultusunda düşünürken, onun yönünün kendisi pek çok şeyi mümkün kılar; saçma şeyler de mümkündür. Bir kez insanların problemlerini ciddiye almışsan, bir önermeyi kabul etmişsindir, ilk adımını yanlış attın. Şimdi bu doğrultuda gidebilirsin ve sürekli gidersin ve gidersin. Artık zihin olgusuyla, psikanalizle ilgili o kadar büyük miktarda bir literatür gelişmiştir ki; milyonlarca makale ve kitap yazılmıştır. Bir kez Freud belli bir mantığın kapısını açtıktan sonra o tüm yüzyıla hükmetmiştir.

Doğunun tamamen başka bir bakışı vardır. İlk olarak o der ki hiçbir problem ciddi değildir. Hiçbir problemin ciddi olmadığını söylediğin anda, problem nerdeyse yüzde doksan dokuz ölmüştür. Onunla ilgi tüm görüşün değişir. Doğunun söylediği ikinci şey ise problemin sen onunla özdeşleştiğin için orada olduğudur. Onun geçmişle bir ilgisi yoktur, tarihiyle bir ilgisi yoktur. Onunla özdeşleşmişsin; gerçek olan bu. Ve tüm problemleri çözecek anahtar da bu.

Örneğin, sen kızgın bir insansın. Eğer bir psikanaliste gidersen sana diyecektir ki: "Geçmişe git... kızgınlık nasıl içinde yükseldi? Hangi koşullarda giderek daha fazla zihnini şartlandırdı ve izlerini bıraktı? Tüm bu izleri temizleyip atmalıyız; onları silmeliyiz. Geçmişini tamamen arındırmalıyız."

Eğer Doğulu bir mistiğe gidersen sana diyecektir ki: "Sen kızgınlık olduğunu düşünüyorsun, kızgınlıkla özdeşleşmiş hissediyorsun; yanlış giden şey burada. Bir dahaki sefere kızgınlık geldiğinde bir izleyici ol, sadece bir tanık ol. Kızgınlıkla özdeşleşme. 'Ben kızgınım' deme. 'Ben kızgınlığım' deme. Onun olmasını sanki TV ekranında oluyormuşçasına izle. Kendine sanki başkasına bakıyormuş gibi bak."

Sen saf bilinçsin. Kızgınlık bulutu seni çevrelediğinde sadece izle ve tetikte ol, bu sayede onunla özdeşleşmezsin. Her şey problemle nasıl özdeşleşmeyeceğinle ilgili. Bir kez öğrendin mi... o zaman "bir sürü probleme" sahip olmak sorun olmaktan çıkar çünkü anahtar, aynı anahtar tüm kilitleri açar. Bu kızgınlık için böyledir, hırs için böyledir, seks için böyledir. Zihnin yapabileceği diğer her şeyde bu böyledir.

Doğu sadece özdeşleşmeden kal der. Unutma; George Gurdjieff'in "öz-anımsaması" derken demek istediği budur. Unutma sen bir tanıksın, dikkatli ol; Buda böyle diyor. Bir bulutun geçmekte olduğunun ayrımında ol; belki de bulut geçmişten geliyordur ama bunun hiçbir anlamı yok. Onun belli bir geçmişi olmalı, gökten zembille inmiş olamaz. Belli bir olay sırasından geliyor olmalı; ama bu tamamen konu dışıdır. Neden bununla meşgul olasın? Tam şimdi, tam şu an ondan ayrılabilirsin. Kendini ondan çekip çıkartabilirsin, köprü tam şu an yıkılabilir ve yalnızca şimdi yıkılabilir.

Geçmişe dönmek yardımcı olmayacak. Otuz yıl önce kızgınlık ortaya çıktı ve sen o gün onunla özdeşleştin. Artık bu geçmişinle özdeşleşmeni ortadan kaldıramazsın; o artık yok! Ancak şu an özdeşleşmenden kurtulabilirsin, tam şu an; sonrasında, geçmişindeki tüm kızgınlık silsilesi artık senin bir parçan olmaktan çıkar. Anne-baban ve toplumun sana her ne yaptıysa geri dönüp silmen gerekmeyecek; bu çok değerli şimdiki anın tam olarak ziyan edilmesi olacaktır. Hepsinden önce o birçok yılı mahvetti; şimdi tekrar senin şimdiki anını yok ediyor. Onun dışına kolayca çıkabilirsin, aynı bir yılanın eski derisinin dışına kayıvermesi gibi.

Geçmiş ve şartlandırmaları vardır ama onlar ya bedende ya da beyindedir; bilincinde var olmazlar çünkü bilinç şartlandırılamaz. Bilinç özgür kalır; özgürlük onun en saf niteliğidir, özgürlük onun doğasıdır. Bakabilirsin; pek çok yılın baskıları, pek çok yılın belli bir eğitimi. Şayet şu an ona bakıyorsan artık bu bilinç onunla özdeşleşmemektedir; öyle olmasa kim fark edecek? Eğer gerçekten baskılanmış halde olsaydın, o zaman kim farkında olacaktı? O zaman farkında olma olasılığı olmayacaktı.

Şayet sen , "Çılgın bir eğitim sisteminde yirmi bir yıl harcadım" diyebiliyorsan bir şey kesindir: Henüz sen çıldırmamışsın. Sistem başaramadı; işe yaramadı. Sen delirmedin bu yüzden tüm sistemin çıldırmış olduğunu görebiliyorsun. Delirmiş bir adam deliliğini göremez. Sadece akıllı bir adam bunun bir delilik olduğunu görebilir. Deliliği delilik olarak görmek için akıllılığına ihtiyaç vardır. Bu yirmi bir yıllık çıldırmış eğitim sistemi başarısız oldu; tüm bu baskıcı şartlandırmalar beceremedi. Gerçekte başaramaz; sadece senin onunla özdeşleşmenle orantılı olarak başarılı olabilir. Her an onun dışında durabilirsin... o orada, onun orada olmadığını söylemiyorum ama artık bilincinin bir parçası değil.

Bilincin güzelliği de budur; bilinç her şeyin dışına çıkabilir. Onun için bir engel, bir sınır yoktur. Bir saniye önce sen bir İngiliz'din; milliyetçiliğin saçmalığını anladıktan sonraki saniyede artık bir İngiliz değilsin. Senin beyaz tenin değişecek demiyorum; beyaz kalacak. Ama artık beyazlıkla kendini özdeşleştirmeyeceksin; artık siyahlığa karşı olmayacaksın. Onun aptallığını görüyorsun. Sadece artık İngiliz olmadığını gördüğün için İngilizce dilini unutacağını söylemiyorum, hayır. O hâlâ senin hafızanda olacak ama bilincin onun dışına kayacak, bilincin bir tepede durup vadiye bakıyor olacak; artık İngiliz vadide ölmüştür ve sen tepelerde, çok uzaklarda, bağımsız, dokunulmaz olarak duruyorsun.

Tüm Doğu metodolojisi tek bir sözcüğe indirgenebilir: Tanıklık. Ve tüm Batı metodolojisi tek bir sözcüğe indirgenebilir: Analiz etmek. Analiz ederken dönüp dönüp durursun. Tanıklıkta basitçe çemberin dışına çıkarsın.

Analiz etmek fasit bir dairedir. Eğer gerçekten analize girersen hemen şaşırırsın; nasıl mümkün olabilir? Örneğin, diyelim geçmişe gitmeye çalışacaksın, nerde duracaksın? Tam olarak nerede? Eğer geçmişe gidersen cinselliğin nerde başladı? On dört yaşındayken mi? Peki o zaman gökten mi indi? Bedeninde hazırlanıyor olmuş olmalı, öyleyse ne zaman? Doğduğunda mı? Ama o zaman annenin rahmindeyken hazırlanmıyor muydu? O halde ne zaman, döllendiğin an mı? Ama bundan önce cinselliğinin yarısı annenin yumurtalarında olgunlaşmıştı ve diğer yarısı da babanın sperminde olgunlaşıyordu. Artık sen devam et... nerede sonlanacak? Adem’le Havva’ya gitmek zorunda kalacaksın! Hatta o zaman dahi son bulmaz: Allah Baba’nın kendisine gitmen gerekecek; herşeyden önce Adem'i neden yaratma ihtiyacı duydu ki?...

Analiz her zaman yarım kalacaktır, dolayısıyla analizin kimseye gerçek bir faydası olmayacak. Kendi gerçekliğine daha çok uyum sağlamanı sağlayacak, hepsi bu. Bu bir çeşit düzenleme, o senin problemlerin hakkında, nasıl yaratıldıkları, nereden kaynaklandıkları konusunda birazcık anlayış edinmene yardım eder. Ve bu azıcık entelektüel anlayış senin topluma daha iyi uyum sağlamana yardım eder ama sen aynı kişi olarak kalırsın. Onun aracılığıyla bir dönüşüm yoktur, kökten bir değişim yoktur.

Tanık olmak bir devrimdir. Ta köklerden gelen bir radikal değişimdir. O varoluşa tamamıyla yeni bir insan getirir çünkü o bilincini tüm koşullanmaların dışına çıkarır. Koşullanmalar bedende ve zihinde vardır ama bilinç koşullanmadan kalır. O saftır, her zaman saftır. O bakiredir; onun bekâreti iğfal edilemez.

Doğunun yaklaşımı seni bu bakire bilincin, bu saflığın, bu masumiyetin farkına vardırmaktır. Doğunun vurgusu gökyüzünedir ve Batının vurgusu ise bulutlaradır. Bulutların bir yaradılış hikâyesi vardır: Nereden geldiklerini bulursan, okyanusa gitmek zorunda kalacaksın, sonra güneş ışınlarına ve suyun buharlaşmasına ve bulutların şekillenmesine... ve sonra da devam edebilirsin ancak bir çemberin içinde dolanacaktır. Bulutlar oluşur, sonra tekrar gelirler, ağaçlara âşık olurlar, tekrar yeryüzüne dökülmeye başlarlar, nehre dönüşürler, okyanusa giderler, buharlaşmaya başlarlar, güneş ışıklarıyla tekrar yükselirler, bulut olurlar ve tekrar yeryüzüne düşerler... Bu sürer gider ve döner durur, döner durur, döner durur. Bu bir çarktır. Neresinden dışarı çıkacaksın? Bir şey diğerine götürür ve sen çarkın içinde kalacaksın.

Gökyüzünün yaradılış hikâyesi yok. Gökyüzü yaratılmamıştır: O hiçbir şey tarafından imal edilmemiştir. Aslında herhangi bir şeyin olabilmesi için gökyüzüne bir zorunluluk, bir öncül olarak ihtiyaç vardır; o her şeyin var olmasından önce var olmalıdır. Hıristiyan din bilginlerine sorabilirsin; derler ki: "Tanrı dünyayı yarattı." Onlara Tanrı dünyayı yaratmadan önce bir gökyüzü var mıydı yok muydu diye sor. Şayet gökyüzü olmadıysa, Tanrı nerede var oluyordu? Onun bir uzaya ihtiyacı olmuş olmalı. Eğer uzay olmadıysa dünyayı nerede yarattı? Dünyayı nereye koydu? Uzay Tanrının var olması için bile bir zorunluluk. "Tanrı uzayı yarattı" diyemezsin. Bu saçma olurdu, o zaman var olabileceği bir uzay olmazdı. Uzay Tanrıdan önce var olmalıdır.

Gökyüzü her zaman oradaydı. Doğunun yaklaşımı gökyüzüne dikkat etmektir. Batının yaklaşımı seni giderek daha fazla bulutlara karşı uyarır ve birazcık yardım eder ancak en derindeki özünün farkına vardırmaz. Çeperin, evet. Etrafın biraz daha farkında olursun ama merkezin farkında olmazsın. Ve bu çeper bir hortumdur.

Hortumun merkezini bulmak zorundasın. Ve bu sadece tanık olunarak gerçekleşir.

Tanık olmak koşullanmalarını değiştirmeyecek. Tanıklık senin bedenindeki adale sistemini değiştirmeyecek. Ancak, tanık olmak sana tüm adale sistemlerinin, tüm koşullanmaların ötesinde olduğun deneyimini verecek. Bu öteye geçmişlik, aşkınlık halinde —senin için— hiçbir problem var olmaz.

Ve artık o sana kalmış. Beden hâlâ adale sistemini taşıyacak, zihin hâlâ koşullanmalarını taşıyacak; artık sana kalmış. Eğer arada bir problem arayacak olursan, zihinbedene giderek probleme sahip olup tadını çıkartabilirsin. Şayet istemezsen dışarıda kalabilirsin. Problem zihinbeden olgusunun içine kazılı bir biçimde duracak ama sen ondan ayrı ve uzakta olacaksın.

Bir Buda böyle iş görür. Sen hafızanı kullanıyorsun, bir Buda da hafızasın kullanır ama kendisini onunla özdeşleştirmez. O hafızayı bir mekanizma olarak kullanır. Mesela ben dili kullanıyorum. Dili kullanmak zorunda olduğumda zihni ve içinde iz bırakmış olan her şeyi kullanıyorum ancak sürekli olarak bakıldığında ben zihin değilim; bunun farkındalığı oradadır. Yani ben patron olarak kalırım, zihin de hizmetkâr olarak kalır. Zihin çağırıldığında gelir; onun faydaları oradadır ancak hükmedemez.

Öyleyse problemler yine de var olacak ama onlar yalnızca beden ve zihnin içinde tohum olarak var olacaklar. Geçmişini nasıl değiştirebilirsin ki? Geçmişte bir Katolik oldun; şayet kırk yıl bir Katolik olduysan, bu kırk yılı nasıl değiştirecek ve bir Katolik olmayacaksın ki? Hayır, bu kırk yıl bir Katolik olarak geçirdiğin bir dönem olarak kalacak ama sıyrılıp onun dışına çıkabilirsin. Artık biliyorsun ki o yalnızca bir özdeşleşmeydi. Bu kırk yıl yok edilemez ve onları ortadan kaldırmaya gerek yok. Eğer evin efendisiysen gerek yoktur. Hatta bu kırk yılı bir şekilde, yaratıcı bir şekilde kullanabilirsin. Bu çılgın eğitim bile yaratıcı bir biçimde kullanılabilir.

Beyinde ve kas sisteminde kalmış olan izlerin hepsi... onlar orada olacak ama bir tohum, bir potansiyel olarak. Eğer kendini fazlasıyla yalnız hisseder ve problem sahibi olmak istersen onları alabilirsin. Sefillik olmadığı halde kendini fazlasıyla sefil hissedersen onları alabilirsin. Onlar her zaman emrine amade olacaklar ama onları almaya gerek yok, böyle bir zorunluluk yok. Bu senin seçimine kalmış.

MERKEZDE OLMANIN TEKNİĞİ TANIK OLMADIR

Merkezde olmaktan bahsettik; bir kişi iki şekilde yaşayabilir: Çeperinden yaşayabilir veya merkezinden yaşayabilir. Çeper egoya aittir ve merkez ise varlığa aittir. Egondan yaşıyorsan her zaman diğeriyle ilişkili olarak yaşıyorsun. Çeper diğeriyle ilgilidir.

Her ne yaşıyorsan yaşa hiçbirisi bir eylem değildir, her zaman bir tepkidir; sana yapılmış olan bir şeye karşılık yapıyorsun. Çeperden hiçbir eylem yoktur, hepsi bir tepkidir; merkezinden hiçbir şey gelmez. Bir anlamda sen koşulların kölesisin. Sen hiçbir şey yapmıyorsun; daha çok bunu yapmak zorunda bırakılıyorsun.

Merkezden bu durum tamamen değişir. Merkezden eyleme geçmeye başlarsın; ilk kez bir rela-ta olarak değil, kendi doğrularınla var olmaya başlarsın.

Buda bir köyden geçiyor. Bazı insanlar kızgınlar, onun öğretilerinin fazlasıyla karşısındalar. Onu taciz ediyorlar, ona hakaret ediyorlar. Buda sessizce onları dinler ve der ki: "Bitirdiyseniz izin verin de devam edeydim. Bir sonraki köye ulaşmam gerekiyor ve beni bekliyor olacaklar. Eğer zihninizin köşesinde bir şeyler hâlâ varsa, geri dönüp bu yol üzerinden geçerken bitirebilirsiniz."

Onlar da der ki: "Seni taciz ettik, sana hakaret ettik, bize bir şey söylemeyecek misin?" Buda şöyle der: "Asla şu an tepki vermem. Ne yaptığınız sizi ilgilendirir; asla şu an tepki vermem, beni bir şey yapmaya zorlayamazsınız. Beni taciz edebilirsiniz; bu size kalmış. Ben bir köle değilim. Ben özgür bir adam haline geldim. Ben merkezimden hareket ederim, çeperimden değil ve sizin tacizleriniz sadece benim çeperime dokunabilir, merkezime değil. Merkezim dokunulmadan kalır."

Sana merkezine dokunulduğundan değil, bir merkezin olmadığı için dokunuluyor. Sen sadece bir çepersin, çeperle özdeşleşmişsin. Çeper her şey tarafından, gerçekleşen her şey tarafından dokunulmaya mahkûmdur. O senin sınırındır dolayısıyla ne olursa olsun ona dokunacaktır. Ve senin bir merkezin yok. Bir merkezin olduğu anda, o zaman kendinle aranda bir mesafe vardır; çeperinden bir mesafen vardır. Birisi çeperini taciz edebilir ama seni değil. Sen ayrı durabilir, dışında kalabilirsin; kendin ve sen arasında bir mesafe kalır. Çeperin olarak seninle ve merkezin olarak seninle bir mesafe vardır. Ve bu mesafe başka birisi tarafından yok edilemez çünkü hiç kimse senin merkezine sızamaz. Dış dünya sadece senin çeperine dokunabilir.

Bu durumda Buda şöyle diyor: "Artık ben merkezimdeyim. On yıl önce farklı olabilirdi; şayet beni taciz etmiş olsaydınız, o zaman tepki verebilirdim. Ancak artık sadece eylemde bulunuyorum."

Eylem ve tepki arasındaki farkı net bir şekilde anlamalısın. Birisini seni sevdiği için seviyorsun. Buda da seni seviyor, sen onu sevdiğin için değil ama; bu tamamen konu dışıdır. Onu sevmen ya da nefret etmen konu dışıdır; o seni seviyor çünkü bu bir eylem, tepki değil. Eylem senden kaynaklanır ve tepkiyse sana dayatılır. Merkezinde olmak artık eylemde bulunmaya başladın demektir.

Hatırlanması gereken bir başka şey de, eylemde bulunduğun zaman, eylemin hep tam olduğudur. Tepki verdiğinde hiçbir zaman tam olamazsın. O her zaman kısmidir, parçalıdır çünkü çeperimden hareket ettiğimde —yani tepki verdiğimde— bütün olamam çünkü ben gerçekten ona katılmam. Yalnızca benim çeperim katılır, dolayısıyla o bütün olamaz. Bu demektir ki, eğer çeperinden seversen sevgin hiçbir zaman tam olamaz; her zaman kısmidir. Ve bu çok şey ifade eder çünkü sevgi tam değilse, o zaman boş kalan kısım nefretle dolacaktır. Şefkatin kısmiyse kalan kısım gaddarlıkla dolacaktır. İyilikseverliğin kısmiyse o zaman boş kalan kısmı kim dolduracak? Şayet Tanrın tam değilse, o zaman kalan boşluğu doldurmak için bir şeytana ihtiyacın olacak.

Bu, kısmi bir eylemin çelişkili ve kendisiyle çatışma halinde kalmasının kaçınılmaz olduğu anlamına geliyor. Modern psikoloji aynı anda hem sevdiğini hem de nefret ettiğini söylüyor. Zihnin bir amfibidir, çelişkilidir; aynı objeyle hem sevgi hem nefret ilişkisi kuruyorsun. Ve eğer sevgi ve nefretin ikisi de oradaysa, o zaman kafa karışıklığı olacaktır, hem de zehirli bir kafa karışıklığı. Şefkatin ve gaddarlığın karışmış durumda. Ve senin yardımseverliğin hırsızlıktır, ibadetinse bir çeşit şiddete dönüşmüştür. Çeperde bir aziz olmaya çalışsan da, azizliğin günahla çınlamaya mahkûmdur. Çeperdeki her şey kendisiyle çatışma halinde olacaktır.

Sadece merkezinden hareket ettiğinde eylemin tamdır. Ve eylemin tam olduğunda kendisine has bir güzelliği vardır. Eylem tam olduğunda anlıktır. Eylemin tam olduğunda anısını taşımazsın, buna gerek duymazsın! Eylemin tam değilse, o havada asılı kalmış bir şeydir.

Bir şey yiyorsun; yemen tam değilse, gerçekten yemen bittiği zaman zihninde yemeye devam edersin. O sürüncemede kalır. Yalnızca tam bir şeyin bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Kısmi bir şey ise başı-sonu belli olmayan devamlı bir dizidir. Evindesin ve dükkânını ve çarşıyı yanında taşıdın. Dükkânındasın ve evini ve ev işlerini yanında getirdin. Tek bir an bile tam olarak içinde olmadın —ve olamayacaksın— çok fazla şey sürekli taşınmakta. Zihinde ve kalpteki ağırlık, yoğun ağırlık budur.

Bütün bir eylemin bir başlangıcı ve sonu vardır. O atomiktir; bir dizi değildir. Şimdi orada ve sonra orada değil. Bilinmeyenin içine girebilmek için ondan tamamıyla özgürsün. Aksi taktirde kişi bir yivin içinde döner durur, zihin takılıp kalmıştır. Sürekli aynı dairesel harekete, fasit bir dairede devam eder durursun. Çünkü geçmiş hiç bitirilmemiştir, şimdiki ana gelir. Devam eder ve geleceğin içine girer.

Dolayısıyla kısmi bir zihin, çeperdeki bir zihin kendi geçmişini taşır. Ve geçmiş büyük bir şeydir! Geçmiş hayatları hesaba katmasan bile, o zaman bile geçmiş büyük bir şeydir. Elli yılın güzel-çirkin deneyimi ama bitmemiş; hiçbir şey bitmemiş, yani elli yıl uzunluğunda ölü bir geçmişi devamlı taşımaktasın. Bu ölü geçmiş şimdiki tek bir anın üzerine çullanacak; onu öldürmesi kaçınılmaz!

Bu durumda yaşayamazsın, imkânsız. Üzerindeki bu geçmişle yaşayamazsın; her an o kadar taze ve narindir ki tüm bu ölü yük onu öldürecek. Öldürüyor! Geçmişin sürekli şu anını öldürüyor ve şu anın öldüğünde de sırtındaki ağırlığın bir parçası olur. Canlıyken senin bir parçan değildir; öldüğünde, geçmişin tarafından öldürüldüğünde senin olur, o zaman senin bir parçandır. Durum bundan ibaret.

Merkezinden eyleme geçtiğin an, her eylem bütündür, atomiktir. Oradadır ve sonra da değildir. Ondan tamamen özgürsün. O zaman sırtında yük olmadan, ağırlıksız hareket edebilirsin. Ve ancak o zaman, taptaze bir şekilde ona gelerek her zaman orada olan yeni anın içinde yaşayabilirsin. Ancak ona sadece geçmişin ağırlığını taşımıyorsan taze bir şekilde gelebilirsin.

Ve eğer geçmiş bitirilmediyse geçmişi taşımak zorunda kalacaksın çünkü zihin her şeyi bitirme eğilimindedir. Bitirilmediyse, o halde taşınmak zorunda. Bir şey gün boyunca tamamlanmadıysa, geceleyin rüyasını göreceksin çünkü zihin her şeyi bitirme eğilimine sahiptir. Bittiği an zihin onun ağırlığından kurtulur. Bitirilmediği sürece zihin tekrar ve tekrar ona dönmeye mahkûmdur.

Ne olursa olsun, yaptığın her şey —sevgin, cinselliğin, arkadaşlığın— bitmemiştir. Ve çeperde kalarak onu bütün yapamazsın. Peki nasıl kendi merkezimizde olabiliriz? Nasıl merkezde olmayı başarıp çeperde olmayacaksın? Bunun tekniği tanık olmadır.

Bu tanık olmak sözcüğü en önemli sözcüktür. Merkezde olmayı sağlayan yüzlerce teknik vardır ama tanık olmak tüm bu tekniklerin bir parçası, temel bir parçasıdır. Teknik ne olursa olsun, tanık olmak onun vazgeçilmez bir parçası olacaktır. Dolayısıyla onu tüm tekniklerin tekniği olarak adlandırmak daha iyi olacaktır. Bu sadece bir teknik değildir; tanık olma süreci bütün tekniklerin vazgeçilmez bir parçasıdır.

Tanık olmaktan saf teknik olarak da söz etmek mümkündür. Örneğin J. Krishnamurti, o tanık olmaktan saf bir teknik olarak söz ediyor. Ancak böyle konuşmak beden olmadan yalnızca ruhtan bahsetmek gibidir. Onu hissedemez, onu göremezsin. Her yerde ruh bedenle cisimleşmiştir; ruhu beden aracılığıyla hissedersin. Elbette ruh beden değildir ama onu beden aracılığıyla hissedebilirsin. Her teknik bir bedendir ve tanık olmaksa ruhtur. Tanık olmaktan tüm bedenlerden, tüm maddeden bağımsız olarak bahsedebilirsin; o zaman o soyutlaşır, tamamen soyutlaşır. Krishnamurti yarım yüzyıldır sürekli konuşmaktadır ama ne söylerse söylesin, söyledikleri o kadar saftır, cisimsizdir ki, kişi anladığını zanneder ama bu anlayış sadece bir kavram olarak kalır.

Bu dünyada hiçbir şey saf ruh olarak var olmaz. Her şey bedenleşmiş olarak var olur. Tanık olmak tüm ruhsal çalışmaların ruhudur ve tüm teknikler bedendirler, değişik bedenler.

Öyleyse ilk olarak tanık olmanın ne olduğunu anlamak zorundayız ve o zaman tanık olmayı bazı bedenler, bazı teknikler aracılığıyla anlayabiliriz.

Düşünmenin ne olduğunu biliyoruz ve kişi tanık olmayı anlayabilmek için önce düşünmeden başlamalıdır çünkü insan bildiği şeyden başlamalıdır. Düşünmenin ne olduğunu biliyoruz, düşünmek yargılamak demektir; bir şey görürsün ve yargılarsın. Bir çiçek görürsün ve onun güzel olduğunu ya da güzel olmadığını söylersin. Bir şarkı duyarsın ve onu ya beğenirsin ya da beğenmezsin. Bir şeyi ya beğenirsin ya da bir şeyi lanetlersin. Düşünmek yargılamaktır; düşünmeye başladığın anda yargıya başlamışsındır.

Düşünmek değerlendirmektir. Değerlendirmeden düşünemezsin. Bir çiçeği değerlendirmeden nasıl onun hakkında düşünebilirsin? Düşünmeye başladığın anda onun güzel olduğunu ya da olmadığını söyleyeceksin. Bir kategori kullanmak zorunda kalacaksın çünkü düşünmek sınıflamaktır. Bir şeyi sınıfladığın anda —onu etiketlediğinde, isimlendirdiğinde— onun hakkında düşünmüşsündür.

Yargılamayacaksan düşünmek mümkün değildir. Eğer yargılamayacaksan, o zaman farkında kalabilirsin ama düşünemezsin.

Burada bir çiçek var ve ben sana diyorum ki, "Ona bak ama düşünme. Çiçeği gör ama düşünme." Bu durumda ne yapabilirsin? Düşünmeye izin verilmediyse ne yapabilirsin ki? Yalnızca tanık olabilirsin; sadece farkında olabilirsin. Sadece çiçeğin farkında olabilirsin. Sadece çiçeğin bilincinde olabilirsin. Gerçekle yüzleşebilirsin; çiçek orada. Artık onunla karşılaşabilirsin. Düşünmeye izin verilmezse, "O güzel. O güzel değil. Onu biliyorum" ya da "O çok garip; daha önce hiç görmemiştim" diyemeyeceksin. Hiçbir şey söyleyemezsin. Sözcükler kullanılamaz çünkü her sözcüğün içinde bir değerlendirme vardır. Her sözcük bir yargıdır. Dil yargıların ağırlığını taşır; dil hiçbir zaman tarafsız olamaz. Bir sözcük kullandığın anda yargılamışsındır.

Bu durumda dili kullanamazsın, sözcüklerle ifade edemezsin. Sana, "Bu bir çiçek, ona bak ama düşünme" dediğimde, sözlerle ifade etmeye izin yok demektir. O halde ne yapabilirsin? Sadece bir tanık olabilirsin. Şayet düşünmeden orada durup bir şeyle yüzleşirsen bu tanık olmaktır. O halde tanık olma pasif bir farkındalık demektir. Unutma pasif. Düşünmek aktiftir, bir şey yapıyorsun. Bir şeye bakarken onunla bir şey yapıyorsundur. Pasif değilsin, bir ayna gibi değilsin; bir şey yapıyorsun. Ve bir şey yaptığın anda bir şeyi değiştirmiş oldun.

Bir çiçek görüyorum ve "O güzel!" diyorum; onu değiştirdim. Şimdi çiçeğe bir şey dayattım. Artık çiçek her neyse, benim için o bir çiçek artı onun güzel olma duygusudur. Artık çiçek çok uzaklarda; çiçek ve benim aramda benim yargılayıcı hislerim, onun güzel olduğu değerlendirmem var. Artık çiçek benim için aynı değil, nitelik değişti. Onun içine girdim, artık benim yargım gerçeğin içine nüfuz etti. Artık o daha çok kurgu ve daha az gerçek.

Çiçeğin güzel olduğu duygusu çiçeğe ait değildir, bana aittir. Ben gerçeğe girdim. Artık gerçek bakire değil, onu bozdum. Artık benim zihnim onun bir parçası haline geldi. Aslında, benim zihnim onun bir parçası oldu demek, benim geçmişim onun parçası oldu anlamına gelir. Çünkü ben, "Bu Çiçek güzel" dediğimde, bu, ben onu geçmiş bilgilerim aracılığıyla yargıladım anlamına gelir. Bu çiçeğin güzel olduğunu nasıl söyleyebiliyorsun? Geçmişinin deneyimleri, geçmişinin kavramları böyle bir şey güzeldir der; sen onu geçmişine göre yargıladın demektir.

Zihin senin geçmişin, anıların demektir. Geçmiş şimdinin üzerine yığıldı. Bakire bir gerçeği yok ettin, artık o çarpıtıldı. Artık çiçek yok; kendi içindeki bir gerçeklik olarak çiçek artık orada değil. Senin tarafından bozuldu, yok edildi; senin geçmişin araya girdi. Yorumladın; düşünmek budur.

Düşünmek geçmişi şu anın gerçekliğine getirmektir.

Bu nedenle düşünmek seni asla hakikate ulaştırmaz çünkü hakikat bakiredir ve onun tüm bakireliğiyle yüzleşmek zorunludur. Geçmişini getirdiğin anda onu yok ediyorsun. O zaman o bir yorumdur, gerçekliğin görülmesi değil. Onu bozdun, saflık kayboldu.

Düşünmek geçmişini şimdiki ana getirmektir. Tanık olmak geçmiş yok demektir, sadece şu an; geçmişin araya girmemesidir.

Tanık olmak pasiftir. Sen bir şey yapmıyorsun; sen varsın! Sadece oradasın. Sadece orada mevcutsun. Çiçek orada mevcut, sen orada mevcutsun; o zaman orada bir tanık olma ilişkisi vardır. Çiçek mevcut olduğunda ve sen değil, senin tüm geçmişin mevcut olduğunda, o zaman o bir düşünme ilişkisidir.

Düşünmekten başlarsın. Düşünmek nedir? O zihni şimdiye getirmektir. O zaman şimdiki anı kaçırdın demektir; tamamen kaçırdın! Geçmiş şu ana nüfuz ettiği an, onu kaçırdın. "Bu çiçek güzel" dediğinde o gerçekten geçmiş olur. "Bu çiçek güzel" dediğinde, o geçmiş bir deneyimdir. Tanıdın ve yargıladın.

Çiçek ve sen orada olduğunuzda bu çiçek güzel demek dahi mümkün değildir. Şimdiki anda hiçbir yargı beyan edemezsin. Her yargı, her beyan geçmişe aittir. "Seni seviyorum dersem geçmiş bir şey haline geldi. "Bu çiçek güzel" dersem hissettim, yargıladım; o geçmiş oldu.

Tanık olmak hep şimdidir, hiçbir zaman geçmiş değil. Düşünmek her zaman geçmiştir. Düşünmek ölüdür, tanık olmaksa canlıdır. Öyleyse bir sonraki ayrım... İlk olarak, düşünmek bir şey yapmaktır. Tanık olmak pasiftir, yapmamaktır, saf oluştur. Düşünmek her zaman geçmiştir, ölüdür, artık yoktur, göçüp gitmiştir. Tanık olmak her zaman şimdiki andır, olandır.

Bu durumda eğer düşünmeye devam edersen tanık olmanın ne olduğunu asla bilemezsin. Düşünceyi durdurmak, sonlandırmak tanık olmayı başlatır. Düşüncenin durması tanık olmaktır.

O zaman ne yapmalı? Çünkü düşünmek bizimle birlikte olan çok eski bir alışkanlıktır. Tıpkı bir robot gibi, mekanik bir şey haline geldi. Sen düşünmüyorsun; artık senin kararın değil, mekanik bir alışkanlık. Başka bir şey yapamazsın. Çiçeğin geldiği an düşünme başlamıştır. Sözsüz deneyimlerin yok; yalnızca küçük çocukların var. Sözsüz deneyim gerçek deneyimdir. Söze dökmek deneyimden kaçmaktır.

"Çiçek güzel" dediğimde çiçeği kaybettim. Artık benim ilgilendiğim çiçek değil zihnim. Artık zihnimdeki çiçeğin kendisi değil görüntüsüdür. Artık çiçeğin kendisi zihindeki bir resim, bir düşüncedir ve şimdi geçmiş deneyimlerimle kıyaslayıp yargılayabilirim. Ama artık çiçek orada değildir.

Sözcüğe döktüğünde deneyime kapalısın. Sözcükler olmadan farkında olduğunda açıksın, savunmasızsın. Tanık olmak deneyime sürekli açık olmadır, kapanma yoktur.

Ne yapmalı? Düşünme denen şu mekanik alışkanlık bir yerden kırılmak zorunda. Öyleyse her ne yapıyorsan yap sözsüz bir biçimde yapmaya çalış. Zordur, çetindir ve başlangıçta kesinlikle imkânsızmış gibi gelir ama değildir. İmkânsız değildir; zordur. Sokakta yürüyorsun, sözsüz yürü. Sadece yürü, yalnızca bir-iki saniye bile olsa bambaşka bir dünyanın kapısı aralanacak; sözsüz bir dünya, insanın kendi içinde yarattığı zihnin dünyası değil gerçek dünya.

Yemek yiyorsun; sözsüz ye. Birisi Bokoju'ya sordu —Bokoju yüce bir Zen ustasıydı— "Senin yolun, senin yöntemin nedir?" Bokoju dedi ki: "Benim yöntemim çok basit: Karnım acıktığında yerim; uykum geldiğinde uyurum, hepsi bu."

Adam allak bullak oldu. "Ne diyorsun? Ben de yemek yerim ve uyurum ve herkes aynı şeyi yapıyor. Bunda kendi yolun olarak adlandırılacak ne var?" diye sordu.

Bokoju: "Sen yemek yerken pek çok şey yapıyorsun, sadece yemiyorsun. Ve sen uyurken, uyumak dışında her şeyi yapıyorsun. Ama ben yerken, sadece yiyorum; uyurken sadece uyuyorum. Her eylem tamdır."

Eğer sözsüz olursan her eylem bütündür. O halde zihninde sözel bir ifade olmadan, zihninde düşünceler olmadan yemeyi dene ve o zaman yemek bir meditasyona dönüşür çünkü sözsüzsen bir tanık olacaksın.

Eğer sözelsen bir düşünür olacaksın. Eğer sözsüz olursan o konuda bir şey yapamazsın; otomatikman bir tanık olacaksın. O halde ne olursa olsun sözsüz bir şekilde yapmaya çalış: Yürü, ye, duş al ya da sessizce otur. O zaman sadece otur; "bir oturuş" ol. Düşünme. O zaman sadece oturmak bile bir meditasyon olur; sadece yürümek de bir meditasyon olur.

Birisi Bokoju'dan talepte bulundu: "Bana bazı meditasyon teknikleri ver."

Bokoju dedi ki: "Sana bir teknik verebilirim ama meditasyon yapamayacaksın çünkü bir tekniği sözelleştiren bir zihinle uygulayabilirsin." Parmakların bir tespihte gezinebilir ama sen düşünmeye devam edersin. Parmakların hiç düşünce olmadan sadece tespihte gezinirse, o zaman o bir meditasyon haline gelir. O zaman gerçekten hiç tekniğe ihtiyaç yoktur. Yaşamın tümü bir tekniktir. Bokoju bu yüzden dedi ki: "Benimle kalıp beni izlersen daha iyi olur. Bir yöntem isteme, sadece beni izle ve anlayacaksın."

Zavallı adam yedi gün boyunca izledi. Kafası daha da karışmaya başladı. Yedi gün sonra dedi ki: "Geldiğimde kafam daha az karışıktı. Artık kafam iyice karışık. Seni yedi gün boyunca sürekli izledim; izlenecek ne var ki?"

Bokoju: "O zaman izlememişsin. Yürüdüğümde, gördün mü, sadece yürüyorum? Sabahleyin bana çay getirdiğinde, izledin mi? Sadece çayı alıp içiyorum, yalnızca çayı içiyorum. İzledin mi? İzlediysen, Bokoju'nun artık var olmadığını hissetmiş olmalısın."

Bu zor fark edilir bir nokta çünkü şayet düşünen oradaysa ego vardır. O zaman Bokoju ya da başka birisisindir. Ama şayet sözelleştirme olmadan, düşünce olmadan sadece eylem varsa, o zaman ego yoktur. O yüzden Bokoju der ki: "Gerçekten izledin mi? Orada Bokoju yoktu; yalnızca çay içmek, bahçede dolaşmak, toprağı kazmak vardı."

Buda bunun yüzünden ruh yoktur der. Çünkü izlemedin, bir ruhun olduğuna düşünmeye devam ediyorsun. Sen yoksun! Bir tanıksan, o zaman sen yoksun. "Ben" kendisini düşünceler aracılığıyla şekillendirir.

Bir şey daha: Biriktirilmiş düşünceler, bir araya toplanmış anılar ego duygusu yaratır, sen değil.

Bu deneyi bir yap: Bütün geçmişini kes, kendinden uzaklaştır, hiç anı yok. Anne-babanın kim olduğunu bilmiyorsun, kime; hangi ülkeye, hangi dine, hangi ırka ait olduğunu bilmiyorsun. Nerede eğitildiğini, eğitilip eğitilmediğini bilmiyorsun. Sadece tüm geçmişi kes ve kim olduğunu anımsa.

Kim olduğunu hatırlayamazsın! Açıktır ki sen varsın. Sen varsın ama sen kimsin? Tam bu anda bir "ben" duygusu gelemez.

Ego sadece biriktirilmiş geçmiştir. Ego senin sıkıştırılmış, kristalize edilmiş düşüncendir.

Bu yüzden Bokoju: "Beni izlediysen, ben yoktum. Çay içme vardı ama bir içen yoktu. Bahçede yürümek vardı ama bir yürüyen yoktu. Eylem oradaydı ama eylemci yoktu" diyor.

Tanık olmada bir "ben" duygusu yoktur; düşünmedeyse vardır. Sözde düşünürler egolarında çok derinden kökleşmişlerse bu bir rastlantı değildir. Sanatçılar, düşünürler, felsefeciler, edebiyatçılar; şayet onlar çok egoistlerse bu sadece bir rastlantı değildir. Ne kadar çok düşünceye sahipsen, o kadar büyük bir egon vardır.

Tanık olmada ego yoktur ama bu sadece sen dili aşarsan mümkündür. Dil engeldir. Dile başkalarıyla iletişim kurmak için gereksinim duyulur; kişinin kendisiyle iletişim kurması için ona ihtiyaç yoktur. O çok kullanışlı bir araçtır; hatta en kullanışlı olan araçtır. İnsan sadece dil sayesinde bir toplum bir dünya yaratabildi. Ama dil yüzünden insan kendisini unuttu.

Dil bizim dünyamızdır. Bir ar için bile dilini unutacak olsan, geriye ne kalır? Kültür, toplum, Hinduizm, Hıristiyanlık, komünizm; ne kalır? Hiçbir şey kalmaz. Varoluştan yalnızca dil alınacak olsa, kültürüyle, medeniyetiyle, diniyle, felsefesiyle tüm insanlık ortadan kalkar.

Dil başkalarıyla iletişim kurmaktır; o yegâne iletişimdir. Kullanışlıdır ama tehlikelidir ve ne zaman bir araç çok kullanışlı olsa, aynı oranda da tehlikelidir. Bundaki tehlike şudur; zihin ne kadar dilin içine doğru yönelirse merkezden o kadar uzağa gider. O halde, kişinin dilin içine girmek ve aynı zamanda dili terk etmek, dilin dışına çıkmak konusunda çok ince bir dengeye ve ustalığa sahip olması gerekir.

Tanık olmak dilin, sözelleştirmenin, zihnin dışına çıkmaktır.

Tanık olmak bir zihinsizlik, bir düşünmeme halidir.

Bunu dene! Bu çok uzun sürecek bir çaba ve hiçbir şey öngörülemez ama dene ve bu çaba sana dilin ansızın kaybolduğu anlar sunacak. Ve o zaman yeni boyutlar açılır. Başka bir dünyanın; eşzamanlılığın dünyasının, şimdi ve buranın dünyasının, zihinsizliğin dünyasının, gerçekliliğin dünyasının farkına varırısın.

Dil buharlaşmak zorunda. Öyleyse sıradan eylemleri, bedensel hareketleri dili kullanmadan yapmayı dene. Buda bu tekniği nefesi izlemek için kullandı. Müritlerine hep, "Nefesinizi izlemeye devam edin. Hiçbir şey yapmayın: Sadece nefesin içeri geldiğini, nefesin dışarı gittiğini izleyin" derdi. Böyle söylenmemeli, hissedilmeli; nefes sözler olmadan içeri geliyor. Nefesin içeri girdiğini hisset, nefesle birlikte hareket et, bırak bilincin nefesle birlikte derine insin. Sonra bırak dışarı yönelsin. Nefesinle birlikte hareket etmeye devam et. Tetikte ol!

Buda'nın şöyle dediği söylenir: "Tek bir nefesi dahi kaçırmayın. Fizyolojik olarak tek bir nefesi dahi kaçırırsanız ölürsünüz ve farkındalıkta tek bir nefesi kaçırırsanız, merkezi kaçırmış olacaksınız, içerde ölü olacaksınız." Ayrıca Buda der ki: "Nefes bedenin yaşaması için hayatidir ve nefesin farkındalığı da ruhsal merkezinizin yaşamı için hayatidir."

Nefes al, farkında ol. Ve eğer nefesinin farkında olmaya çalışıyorsan düşünemezsin çünkü zihin iki şeyi; düşünmeyi ve tanık olmayı aynı anda yapamaz. Tanık olma olgusunun kendisi düşünmekle kesinlikle taban tabana zıttır. O yüzden ikisini aynı anda yapamazsın. Tıpkı aynı anda hem canlı hem ölü olamayacağın, uyanık ve uykuda olamayacağın gibi, hem düşünüyor hem de tanık oluyor olamazsın. Herhangi bir şeye tanık ol ve düşünmek duracaktır. Düşünme içeri girer ve tanık olma kaybolur.

Tanık olmak içeride hiçbir eylem olmayan pasif bir farkındalıktır. Farkındalığın kendisi bir eylem değildir.

Bir gün Nasreddin Hoca çok endişeliydi, kara kara düşünüyordu. Yüzüne bakan herkes düşüncelerinin içinde bir yerde kaybolmuş, çok gergin, ıstırap içerisinde olduğunu hissedebilirdi. Karısı alarma geçti. Sordu: "Ne yapıyorsun Nasreddin? Ne düşünüyorsun? Sorun nedir, neden bu kadar endişelisin?"

Hoca gözlerini açtı ve dedi ki: "Bu nihai olan problem. Kişinin öldüğünü nasıl anladığını düşünüyorum. Kişi ölü olduğunu nasıl bilir? Ölecek olursam öldüğümü nasıl anlayacağım? Çünkü ölümü henüz bilmiyorum. Tanımak bir şeyi önceden bilmek




ISTIRABIN KÖKENLERİ

ISTIRABIN KÖKENLERİ

Sefalet bir bilinçsizlik halidir. Sefil durumdayız çünkü ne yaptığımızın, ne düşündüğümüzün, ne hissettiğimizin farkında değiliz; bu yüzden her an kendimizle çatışma halindeyiz. Eylem bir yönde giderken düşünce diğerinde gider, hisler ise bambaşka bir yere. Sürekli bölünüyoruz ve giderek daha çok parçalara ayrılıyoruz. Sefalet budur; bütünlüğümüzü, birlikteliğimizi yitiriyoruz. Tamamıyla merkezsiz kalıyoruz; sadece çeper. Ve doğal olarak da ahenksiz bir hayat perişan bir hal alacak, trajik olacak, bir şekilde taşınması gereken bir yük haline gelecek, ıstırap dolu olacak. En iyi ihtimalle kişi bu ıstırabı daha az sancılı yapabilir. Ve bin bir çeşit ağrı kesici mevcuttur.

Yalnızca uyuşturucular ve alkol değil; sözde dinler de afyon olarak işlev görmüştür. İnsanları uyuşturur. Ve doğaldır ki tüm dinler uyuşturuculara karşıdır çünkü bizzat kendileri bu pazarda mal satıyor; onlar rakiplerine karşı çıkıyor. İnsanlar afyon kullanırsa dindar olmayabilirler; dindar olmaları için bir nedenleri kalmayabilir. Onlar afyonlarını buldular neden dini önemsesinler ki? Ve afyon daha ucuzdur, daha az uğraşmaları gerekir. İnsanlar şayet esrar, LSD ve daha da rafine uyuşturucular kullanacak olursa dindar olmamaları çok normaldir çünkü din çok ilkel bir uyuşturucudur. Bu yüzden de tüm dinler uyuşturuculara karşıdır.

Sebep onların gerçekten uyuşturucuya karşı olmaları değildir. Sebep uyuşturucuların rakip olmasıdır. Elbette insanların uyuşturucu kullanmaları engellenebilirse, onlar eninde sonunda rahiplerin tuzağına düşeceklerdir çünkü bu elde kalan tek şeydir. Bu yüzden tekelleşme var. Bu sayede kendi afyonları piyasada tek kalır ve onun dışındakilerin hepsi yasadışı hale gelir.

İnsanlar ıstırap içinde yaşıyor. Bundan kurtuluşun iki yolu var: Meditasyoncu haline gelebilirler; uyanık, farkında, bilinçli... bu çetin bir şeydir. Cesaret ister. Ya da, daha ucuz olan yol ise, seni daha da çok bilinçsiz hale getirecek bir şey bulmaktır, böylece ıstırabı hissetmezsin. Kendini tamamen duyarsızlaştıracak, sarhoş edecek, ağrı kesecek bir şey bul. Bu şeyler seni öylesine bilinçsiz hale getirsin ki tüm huzursuzluğundan, mutsuzluğundan ve anlamsızlığından, bilinçsizliğinin içine seni kaçırsın.

İkinci yol doğru olan değildir. İkinci yol ıstırabını biraz daha konforlu, biraz daha katlanılır, biraz daha rahat hale getirir. Ama sana bir yararı dokunmaz; seni dönüştürmez. Dönüşüm sadece meditasyonla gerçekleşir çünkü meditasyon seni farkında yapan yegâne yöntemdir. Bana göre tek gerçek din meditasyondur. Tüm diğerleri hokus-pokustur. Ve afyonun farklı markaları vardır —Hıristiyanlık, Hinduizm, Müslümanlık, Jainizm, Budizm— ama bunlar sadece farklı markalardır. Kutusu ayrıdır ama içindeki aynıdır; hepsi de bir şekilde senin ıstırabına kendini uydurmana yardım eder.

Benim tüm gayretim seni ıstırabının ötesine götürmektir. Istıraba uyum sağlamaya gerek yoktur; ıstıraptan tamamıyla özgürleşmek mümkündür. Ancak, o zaman yol biraz çetindir; o zaman yol bir meydan okumadır.

Bedenin ve onunla ne yaptığının farkında olmalısın...

Bir gün Buda sabah konuşmasını yapıyordu ve bir kral da onu dinlemeye gelmişti. Buda'nın tam önünde oturuyordu ve ayak başparmağını sürekli olarak hareket ettiriyordu. Buda konuşmasını durdurup kralın ayak başparmağına baktı. Buda adamın ayak başparmağına baktığında elbette kral da onları oynatmayı durdurdu. Buda tekrar konuşmasına başladı ve kral tekrar başparmağını oynatmaya başladı. Buda sordu: "Neden böyle yapıyorsun?"

Kral: "Sadece sen konuşmayı kesip ayak başparmağıma baktığında ne yaptığımın farkına vardım. Aksi taktirde bilincinde bile değildim."

Buda şöyle dedi: "Bu senin başparmağın ve sen bilincinde bile değilsin... O zaman sen birisini dahi öldürebilirsin ve farkında bile olmayabilirsin!"

Ve tam da bu şekilde insanlar öldürüldü. Ve katil bilincinde değildi. Pek çok kere dava sırasında katiller cinayet işlediklerini kesin bir dille reddettiler. Başlangıçta yanıltmaya çalıştıkları düşünüldü ama son bulgular kandırmaya çalışmadıklarını gösterdi; tamamen bilinçsiz bir halde yapmışlardı. O an, o kadar nefret içerisinde, o kadar öfkeliydiler ki nefretleri onları ele geçirdi. Ve sen öfkeliyken bedenin sarhoş edici zehirler salgılar, kanın zehirlenir. Öfke içinde olmak geçici deliliktir. Ve kişi o anı tamamıyla unutacaktır çünkü farkında dahi değildi. Ve insanlar böyle âşık oluyorlar, birbirlerini öldürüyorlar, intihar ediyorlar ve her türlü şeyi yapıyorlar.

Farkındalığın ilk adımı bedenini izlemektir. Yavaş yavaş kişi her harekete, her mimiğe dikkat kesilir. Ve farkında oldukça bir mucize gerçekleşir; eskiden yapmakta olduğun pek çok şey kayboluverir. Bedenin daha gevşek hale gelir, bedenin daha uyumlu hale gelir, bedenini bile derin bir huzur kaplar, derinden bir müzik çalmaya başlar bedeninde.

Sonra düşüncelerinin farkına varmaya başla; aynı şey düşüncelerinle de yapılmak zorundadır. Onlar bedeninden daha zor fark edilir ve elbette daha da tehlikelidirler. Ve düşüncelerinin farkına vardığında içinde olup biten şeylere şaşırıp kalacaksın. Herhangi bir andaki düşüncelerini yazacak olursan büyük bir şaşkınlığa düşersin. İnanamayacaksın; "Bu mu içimden geçen şeyler?" Yalnızca on dakika yazmaya devam et. Kapıları kapat ve kapı ve pencereleri kilitle ki kimse içeri giremesin. Böylece dürüst olabilirsin. Ve bir ateş yak —bu sayede hemen ateşe atabilirsin— ki senin dışında kimse bilemesin. Ve sonra da samimi bir şekilde dürüst ol; zihninden her ne geçiyorsa yazmaya devam et. Yorumlamadan, düzeltmeden, değiştirmeden. Sadece olduğu haliyle, çıplak bir şekilde kağıdın üzerine dök.

Ve on dakika sonra oku; içerde delirmiş bir zihin göreceksin! Bu deliliğin alttan alta akıp gitmeye devam ettiğinin farkında değiliz. Hayatındaki tüm önemli şeyleri etkiler. Ve tüm bunların genel toplamı da senin hayatın olacak!

Öyleyse bu delirmiş adam değişmek zorunda. Ve farkındalığın mucizesi farkında olmak dışında hiçbir şey yapmana gerek olmamasıdır. İzliyor olman gerçeği, onu değiştirir. Yavaş yavaş delirmiş adam yok olur. Yavaş yavaş düşünceler belli şekiller almaya başlar: Artık kaotik değillerdir, artık daha bir kozmos haline gelmiştir. Ve tekrardan, daha da derin bir huzur yayılır.

Ve, bedenin ve zihnin huzurlu olduğunda onların birbirleriyle uyum içerisinde olduğunu göreceksin; bir köprü vardır. Artık farklı yönlerde koşmuyorlar, başka atlara binmiyorlar. İlk kez arada anlaşma vardır ve bu anlaşma üçüncü adım üzerinde çalışmada son kertede yardımcı olur; bu da duygularının, hislerinin, ruh hallerinin farkına varmaktır. Bu en ince katmandır ve en zorudur ancak, şayet düşüncelerinin farkına varabilirsen yalnızca bir adım sonrasındadır. Duygularını, hislerini ve ruh hallerini fark etmeye başlamak için biraz daha yoğun bir farkındalığa ihtiyaç vardır.

Bir kez bu üçünün farkına vardın mı hepsi tek bir olguda birleşir. Ve bu üçü bir olduğunda, mükemmel bir şekilde işlediğinde, beraberce titreştiğinde üçünün de müziğini hissedebilirsin —bir orkestra haline geldiler— ve dördüncü gerçekleşir. Onu sen yapamazsın; o kendiliğinden olur, o bütünden gelen bir armağandır. O, bu üçünü yapanlara verilen bir ödüldür.

Ve dördüncüsü, bir kimseyi uyanmış yapacak olan nihai farkındalıktır. Kişi kendi farkındalığının farkına varır; dördüncü budur. Bu insanı bir Buda, uyanmış kişi yapar. Ve sadece bu uyanışta kişi sonsuz mutluluğun ne olduğunu bilir. Beden zevki bilir, zihin hoşnutluğu bilir, kalp coşkuyu bilir ve dördüncüyse sonsuz mutluluğu bilir. Sonsuz mutluluk amaçtır ve farkındalık da ona doğru giden yoldur.

ÖZEL DÜNYALAR

Heraklit der ki:

İnsanlar uyanık anlarında da

uyurkenki kadar etrafında olup bitenlere karşı dikkatsiz ve unutkandır.

Ahmaklar duymalarına karşın

sağır gibilerdir;

onlar için 'ne zaman burada

olsalar mevcut değiller'

deyimi uygun düşer.

Kişi uykudaymış gibi davranmamalı

ve konuşmamalıdır.

Uyanıkken tek bir ortak dünya vardır; uyuyanlarınsa her birinin kendi özel dünyası vardır.

Uyanıkken her gördüğümüz ölümdür, uyurken ise, hayaller.

Heraklit insanın en derin sorununa parmak basar; bu da, onun uyanıkken bile derin uykuda olduğudur.

Uyurken uyursun ama uyanıkken de uyursun. Bunun anlamı nedir? Çünkü Buda bunu söyler, İsa bunu söyler, Heraklit bunu söyler. Uyanık gibi görünüyorsun ama bu sadece görüntüdür; içinin derinliklerinde uyku devam etmekte.

Şu an dahi içinde rüya görmektesin. Bin bir tane düşünce akıp gitmekte ve sen ne olduğunun bilincinde bile değilsin, ne yaptığının farkında değilsin, kim olduğunun farkında değilsin. İnsanların uykusunda yaptığı şekilde davranıyorsun. Uykusunda dolanıp, şunu-bunu yapıp tekrar uykusuna dönen birilerini duymuş olmalısın. Uyurgezerlik denilen hastalık vardır. Bazı insanlar gece yataklarından kalkarlar; gözleri açıktır, hareket edebilirler. Dolaşabilirler, kapıyı bulabilirler. Mutfağa gidip bir şey yiyecekler; geri dönüp yatağa girecekler. Ve sabah onlara sorarsan gece hakkında hiçbir şey bilmezler. En fazla hatırlamaya çalıştıklarında, o gece uyanıp mutfağa gittiklerini rüyada gördüklerini söyleyeceklerdir. Ama her şeyden önce o bir rüyaydı; onu bile hatırlamak çok zordur.

Pek çok suç işlemiş insan; pek çok katil mahkeme esnasında böyle bir şeyi yaptıklarını hatırlamadıklarını ve hatta neden bahsedildiğini dahi bilmediklerini söyler. Mahkemeyi kandırmaya çalışmamaktalar, hayır. Artık psikanalistler onların kandırmaya çalışmadıklarını bulguladılar, onlar yalan söylemiyor, tamamen doğru söylüyorlar. Cinayeti işlediler — çok derin uykudayken işlediler— rüyadaymış gibi. Bu uyku normal olandan daha derindir. Bu uyku sarhoşluk gibidir: Biraz hareket edebilirsin, biraz bir şeyler yapabilirsin, birazcık farkında da olabilirsin ama körkütük sarhoşsun. Gerçekten ne olduğunu bilmiyorsun. Geçmişinde neler yaptın? Aynı şekilde yeniden anımsayabilir misin onu, neden yaptığını, ne yaptığını? Sana ne oldu? O olurken uyanık mıydın? Neden olduğunu bilmeden âşık oluyorsun; neden olduğunu bilmeden kızıyorsun. Bahaneler buluyorsun elbette; yaptığın her şeyi mantıklı hale sokuyorsun ama mantıklı olmak farkındalık değildir.

Farkındalık, anda olan her şeyin tam bir bilinçlilikle gerçekleşiyor olması anlamına gelir; sen orada mevcutsun. Kızgınlık gerçekleşirken sen orada mevcut olursan kızgınlık oluşamaz. O sadece sen derin uykudayken gerçekleşebilir. Sen orada olursan varlığında hemen bir dönüşüm olmaya başlar çünkü sen oradaysan, farkındaysan pek çok şey mümkün değildir. Günah denilen tüm şeyler sen farkındaysan mümkün değildir. Dolayısıyla, gerçekte sadece tek bir günah vardır o da farkında olmamaktır.

İngilizcesi "sin" olan günah sözcüğünün orijinali kaçırmak anlamına gelir. Yanlış bir şey yapmak anlamına gelmez; kaçırmak, orda olmamak anlamına gelir. "Sin" sözcüğünün İbranca'daki kökü "miss" (kaçırmak) anlamına gelir. Bu bazı İngilizce sözcüklerde geçer: "misconduct" (zina, ahlaksızlık, görevi kötüye kullanmak), "misbehavior" (terbiyesizlik, kötü davranış). Kaçırmak orada olmamak demektir, bir şeyi kendini tam vermeden yapmaktır; tek günah budur. Ya tek erdem? Bir şey yaparken tamamıyla dikkatlisin; Gurdjieff'in kendini-anımsamak dediği şey, Buda'nın doğru şekilde dikkatli dediği şey, Krishnamurti'nin farkındalık dediği şey, Kabir'in surati dediği şey budur.

Hiçbir şeyi değiştirmeye ihtiyacın yok ve değiştirmeye çalışsan da zaten yapamazsın. Kendinde pek çok şeyi değiştirmeye çalışıp duruyorsun. Başarılı oldun mu? Kaç sefer tekrar kızgın olmamaya karar verdin? Kararına ne oldu? Zamanı geldiğinde tekrar aynı tuzaktasın: Kızarsın ve kızgınlık gittiğinde tekrar pişmanlık duyarsın. Bu bir kısırdöngüye dönüştü: Kızıyorsun ve sonra pişman oluyorsun ve sonra da tekrar aynı şeyi yapmaya hazırsın.

Unutma, pişmanlık duyarken dahi orada değilsin, pişmanlık da günahın parçası. Bu nedenle hiçbir şey olmaz. Denemeye ve denemeye devam eder durursun, pek çok kararlar alırsın ve yeminler edersin ama hiçbir şey olmaz; sen aynı kalırsın. Doğduğun zamankiyle tamamen aynısın, küçücük bir değişiklik dahi gerçekleşmedi sende. Denemedin değil, yeterince denemedin değil; denedin ve denedin ve denedin. Başaramazsın çünkü bunun gayret etmekle bir alakası yok. Daha çok çaba yardımcı olmaz. Çabayla değil, dikkatli olmakla ilgisi var.

Dikkatli olursan pek çok şey senin onları bırakmana gerek kalmadan gider. Farkındalıkta belli şeyler mümkün olmaz. Ve bu benim tanımlamamdır, başka bir kriter de yoktur. Eğer farkındaysan aşka düşemezsin; bu durumda aşka düşmek bir günahtır. Aşık olursun ama bu düşüş gibi olmaz, yükseliş gibi olur. Neden aşka düşmek terimini kullanırız? O düşmektir; yükselmezsin, düşersin. Farkında olursan düşmek mümkün olmaz, âşıkken bile. İmkânsızdır; yalnızca imkânsız. Ve aşkta yükselmek aşka düşmekten tamamıyla farklı bir olgudur. Aşka düşmek bir rüya halidir. Bu nedenle âşık insanlar diğerlerine nazaran daha fazla uykudadır, sarhoştur, rüya âlemindedir; bunu gözlerinden anlayabilirsin. Bunu gözlerinden anlayabilirsin çünkü gözleri uykuludur.

Aşkta yükselen insanlar tamamen farklıdır. Onların artık rüyada olmadıklarını görebilirsin, onlar hakikatle yüzleşirler ve onun aracılığıyla gelişirler.

Aşka düşerek bir çocuk olarak kalırsın; aşkta yükselerek olgunlaşırsın. Ve yavaş yavaş aşk bir ilişki olmaktansa varlığının bir parçası haline gelir. O zaman onu sevmek ve bunu sevmemek yoktur, hayır; sevgisin sadece. Yakınına gelenler kim olursa olsun onlarla paylaşırsın. Ne olursa olsun sevgini veririsin ona. Bir taşa dokunursun ve ona sanki sevdiğinin bedenini okşar gibi dokunursun. Ağaca bakarsın ve sanki sevgilinin yüzüne bakıyormuşsun gibi bakarsın. Bu bir var oluş şekli haline gelir. Sevmiyorsun; artık sen sevgisin. Bu yükselmektir, düşmek değil.

Onun aracılığıyla yükselirsen aşk güzeldir ve aşk onun aracılığıyla düşersen kirli ve çirkin hale gelir. Ve er ya da geç onun zehirli olduğunun kanıtlarını göreceksin. Kölelik haline gelir. Ona yakalanmış durumdasın, özgürlüğün ezilmiş durumda. Kanatların kesilmiştir; artık özgür değilsindir. Aşka düşerek bir mülkiyete dönüşürüsün; sahip olursun ve birisinin de sana sahip olmasına izin verirsin. Bir nesneye dönüşürsün ve aşka düştüğün diğer kişiyi de bir nesneye dönüştürmeye çalışırsın. Bir karı-kocaya bak: Her ikisi de birer nesneye benzemişlerdir, artık birer kişi değillerdir. Her ikisi de birbirine sahip olmaya çalışıyorlar. Sadece nesnelere sahip olunabilir, kişilere asla! Bir kimseye nasıl sahip olabilirsin? Nasıl bir insanı baskılarsın? Nasıl bir kimseyi bir mülkiyete dönüştürebilirsin? İmkânsız! Ama koca karısına sahip olmaya çalışıyor; karısı da aynı şey için uğraşıyor. O zaman çarpışma vardır, birbirlerine düşman oluverirler. O zaman birbirleri için ölümcül hale gelirler.

Nasreddin Hoca mezarlığın müdürlüğüne gitti ve müdüre şikâyette bulundu: "Çok iyi biliyorum ki eşimin mezarı bu mezarlıkta ama bir türlü bulamıyorum."

Müdür kayıtları açtı ve "Eşinizin ismi neydi?" diye sordu.

Nasreddin Hoca da: "Bayan Nasreddin Hoca" dedi.

Müdür kayıtlarına baktı ve "Bayan Nasreddin Hoca yok ama bir Nasreddin Hoca var. Özür dileriz galiba kayıtlarda bir karışıklık olmuş" dedi.

Nasreddin Hoca: "Yanlışlık falan yok. Nasreddin Hoca'nın mezarı nerede? Çünkü her şey benim adıma yapılmıştır."

Karısının mezarı bile!

Sahiplenmek... herkes sevdiğine, sevgilisine sahip olmaya çalışıyor. Artık bu aşk değildir. Aslında birisine sahip olduğunda ondan nefret edersin, onu yok edersin, onu öldürürsün: Aşk özgürlük vermelidir; aşk özgürlüktür. Aşk sevileni çok, daha çok özgürleştirecektir, aşk kanatlar takacaktır ve aşk sonsuz gökyüzünü açacaktır. O bir hapishane, hücre haline gelemez. Ama bu aşkı sen bilmiyorsun çünkü sadece sen farkındaysan gerçekleşir; aşkın bu niteliği sadece sen farkında olduğunda gelir. Sen günah olan bir aşkı biliyorsun çünkü uykudan çıkmadır o.

Ve bu yaptığın her şey için böyledir. İyi bir şey yapmaya çalışsan bile zarar verirsin. İyilikseverlere bak: Onlar her zaman zarar verirler, onlar dünyadaki en zararlı insanlarıdır. Sosyal reformcular, sözde devrimciler, bunlar en zararlı insanlardır. Fakat onların zararlarının nerede yattığını görmek zordur çünkü onlar iyi insanlardır, onlar her zaman insanlara iyilik yaparlar; onların başkaları için hapishane yaratma yöntemi de budur. Eğer onların sana bir iyilik yapmasına izin verirsen, sahip olunacaksın. Ayağına masaj yaparak başlayacaklar ve er ya da geç ellerinin boynuna uzandığını fark edeceksin. Ayaktan başlarlar ve boyunda bitirirler çünkü farkında değiller; ne yaptıklarını bilmiyorlar. Bir üçkâğıt öğrenmişler: Birini eline geçirmek istersen ona iyilik yap. Bu numarayı öğrendiklerinin dahi bilincinde değiller. Ama zarar vereceklerdir çünkü ne olursa olsun —ne olursa olsun— birisine sahip olmaya çalışmak, adı ya da şeklinin ne olduğu önemli değil, dindışıdır, günahtır.

Kiliselerin, tapınakların, camilerin, hepsi sana karşı günaha girdiler çünkü hepsi sahip oldular, baskıcı hale geldiler. Tüm kiliseler dine karşıdır çünkü din özgürlüktür! Peki bu neden olur? İsa sana özgürlük vermeye, kanatlar takmaya çalışır. Öyleyse ne olur, bu kilise nasıl araya girer? Bu olur çünkü İsa tamamıyla farklı bir var oluş düzleminde yaşar, farkındalık düzleminde ve onu dinleyenler, onu izleyenlerse uyku düzleminde yaşar. Duydukları, anladıkları her ne ise, kendi rüyaları aracılığıyla yorumlarlar. Ve onlar ne yaratırlarsa yaratsınlar bir günah olacaktır. İsa sana bir din verir ve derin uykuda olan insanlar da onu bir kiliseye çevirir.

Söylendiğine göre şeytan bir gün çok üzgün bir şekilde bir ağacın altında oturuyordu. Bir aziz geçiyordu ve şeytana bakıp dedi ki: "Duyduğumuza göre sen hiç dinlenmezmişsin, sürekli bir takım kötülükler yaparmışsın. Burada ağacın altında oturmuş ne yapıyorsun?"

Şeytan gerçekten depresyondaydı. Dedi ki: "Görünen o ki benim işimi papazlar ele geçirmiş ve ben hiçbir şey yapamıyorum; ben tamamen işsiz kaldım. Bazen intihar etmeyi bile düşünüyorum çünkü bu papazlar işini o kadar iyi yapıyorlar ki!"

Rahipler çok başarılı çünkü özgürlüğü hapishaneye çevirdiler, hakikati dogmaya çevirdiler; farkındalığın düzlemindeki her şeyi uykunun düzlemine dönüştürdüler.

Bu uykunun tam olarak ne olduğunu anlamaya çalış çünkü ne olduğunu hissedebilirsen uyanık olmaya başlamışsın demektir; şimdiden onun dışına çıkacak yola girdin. Nedir bu uyku? Nasıl gerçekleşir? Mekanizması nedir? Çalışma yöntemi nedir?

Zihin her zaman ya geçmişte ya da gelecektedir. O şimdiki zamanda bulunamaz, zihin için şimdiki zamanda bulunmak kesinlikle imkânsızdır. Sen şimdiki anda olursan zihnin orada değildir çünkü zihin düşünmek demektir. Şimdiki andayken nasıl düşünebilirsin ki? Geçmiş hakkında düşünebilirsin; o halihazırda hafızanın bir parçası haline gelmiştir, zihin onun üzerinde çalışabilir. Gelecek hakkında düşünebilirsin; henüz ortada yoktur, zihin onu hayal edebilir. Zihin iki şey yapabilir. Ya geçmişin içinde dolanabilir —hareket edecek yeterince alan vardır; geçmişin engin boşluğu, sürekli devam edip durabilirsin— ya da geleceğin içinde dolanabilir; yine engin bir boşluk, sonu yoktur, hayal kurabilir, kurabilir ve rüyalara dalabilirsin. Ancak zihin nasıl olur da şimdiki zamanda çalışabilir? Onun zihnin hareket etmesi için yeterli alanı yoktur.

Şimdiki an sadece bir bölme çizgisidir. Yer kaplamaz. O geçmiş ve geleceği böler; yalnızca bir bölme çizgisidir. Şimdiki anda bulunabilirsin ama düşünemezsin; düşünmek için alana ihtiyaç vardır. Düşüncelerin tıpkı nesneler gibi alana ihtiyacı vardır. Şunu unutma; düşünceler çok ince nesnelerdir, onlar maddidir. Düşünceler manevi değildir çünkü maneviyat boyutu ancak düşünceler yoksa başlar. Düşünceler maddi şeylerdir, çok incedir ve tüm maddi şeylerin bir alana ihtiyacı vardır.

Şimdiki anda düşünemezsin. Düşünmeye başladığın anda o artık geçmiş olur. Güneşin doğuşunu izliyorsun; gördüğünde diyorsun ki: "Ne güzel bir gündoğumu." Geçmiş oldu bile. Güneş doğarken "Ne güzel!" bile diyecek yeterli boşluk yoktur çünkü sen bu sözleri —"Ne güzel!"— söylerken yaşantı geçmiş oldu bile; zihin şimdiden onu hafızasından tanır. Ama tam olarak ne zaman güneş doğuyor, tam olarak hangi zaman güneş doğmakta, nasıl düşünebilirsin? Ne düşünebilirsin? Doğan güneş ile birlikte olabilirsin ama düşünemezsin. Senin için yeterli yer vardır ama düşüncelerin için yoktur.

Bahçede güzel bir çiçek ve sen "Güzel bir gül" diyorsun; o anda artık sen gülle beraber değilsin, şimdiden bir anıya dönüştü. Çiçek oradayken ve sen de oradayken, birbiriniz için orada mevcut durumdayken nasıl düşünebilirsin? Ne düşünebilirsin? Düşünmek nasıl mümkün olabilir? Onun için yer yoktur. Yer o kadar dardır ki —aslında hiç yer yoktur— aslında sen ve çiçek aynı anda varolamazsınız çünkü iki için yer yoktur, sadece bir varolabilir.

Bu yüzdendir ki çok derin bir mevcudiyette sen çiçek ve çiçek de sen olmuştur. Düşünme olmadığı zaman çiçek kimdir ve gözleyen kimdir? Gözleyen gözlenene dönüştü. Aniden sınırlar kayboldu. Aniden sen nüfuz ettin, çiçeğin içine nüfuz ettin ve çiçek de senin içine nüfuz etti. Aniden iki değilsiniz; bir vardır.

Düşünmeye başlarsan yeniden iki haline gelmiş olursun. Düşünmezsen ikilik nerededir? Çiçekle beraber, düşünmeden varolduğunda o bir iletişimdir; ikileşim değil. Sevgilinle birlikte olduğunda bu bir iletişimdir, ikileşim değil çünkü iki orada yoktur. Sevgilinin yanında otururken, sevdiğinin elini tutarken sadece var olursun. Geçip gitmiş günleri düşünmezsin; gelmekte olan geleceği düşünmezsin; şimdi, buradasın. Ve şimdi ve burada olmak çok güzeldir ve çok yoğundur; hiçbir düşünce bu yoğunluğun içine sızamaz.

Ve kapı dardır; şimdinin kapısı dardır. İki bile oradan geçemez, yalnızca bir. Şimdide düşünmek imkânsızdır, hayal görmek imkânsızdır çünkü hayal görmek resimlerle düşünmekten başka bir şey değildir. Her ikisi de nesnedir, maddidir.

Düşünmeden şimdiki anın içerisinde olduğunda ilk kez maneviyatınla temas kurdun demektir. Yeni bir boyut açılır; bu boyut farkındalıktır. Bu boyutu önceden bilmemiş olduğun için Heraklit senin uykuda olduğunu, farkında olmadığını söyleyecektir. Farkındalık şimdiki anın içinde öylesine tam olarak bulunmak demektir ki, ne geçmişe ne de geleceğe doğru bir hareket etme söz konusudur; tüm hareket durur.

Bu sen durağan hale geçersin demek değildir. Yeni bir hareket başlar, derinden bir hareket. İki çeşit hareket vardır ve İsa'nın haçının anlamı da budur: Bu iki hareket yönünü gösterir, çakışan yolları. Bir hareket doğrusaldır, bir çizgi üzerinde bir şeyden diğerine, bir düşünceden diğerine hareket edersin. Bir rüyadan diğer rüyaya; 'A"dan "B"ye gidersin, "B"den "C"ye gidersin, "C'den "D"ye gidersin. Çizgi üzerinde, yatay hareket edersin. Bu zamanın hareketidir; bu derin uykudakilerin hareketidir. Ring seferi yapar gibi ileri-geri gidebilirsin; çizgi oradadır. "B"den "A"ya gelebilirsin, ya da "A"dan "B"ye gidebilirsin, çizgi oradadır.

Bambaşka bir boyutta farklı bir hareket daha vardır. Bu hareket yatay değil, dikeydir. "A"dan "B"ye gitmezsin; A"dan daha derin bir "A"ya gidersin: "A1"den derindeki "A2"ye, "A3"e, "A4"e, ya da yüksektekilere.

Düşünme durduğunda yeni hareket başlar. Artık derine, uçurum gibi bir şeyin içine düşersin. Derin meditasyon yapan insanlar er ya da geç bu noktaya gelirler; o zaman da korkarlar çünkü dipsiz bir uçurum açılmış gibi hissederler. Başın döner, korkarsın. Eski hareketine tutunup kalmak istersin çünkü o biliniyordu; bu ölüm gibi gelir sana. İsa'nın çarmıhının anlamı budur: O bir ölümdür. Yataydan dikeye gitmek ölümdür; bu gerçek ölümdür. Ancak bu sadece bir taraftan ölümdür; diğer taraftan o bir diriliştir. O doğmak için ölmektir; bir boyutta ölüp diğer boyutta doğmaktır. Yatayken sen İsa'sın. Dikeysen Mesih olursun.

Bir düşünceden diğerine gidip durursan zamanın dünyasında kalırsın. Eğer anın içine yönelirsen —düşüncelere değil— sonsuzluğa doğru gidersin. Sen durağan değilsin; bu dünyadaki hiçbir şey durağan değildir, hiçbir şey durağan olamaz. Fakat yeni bir hareket doğar, motivasyonu olmayan bir hareket. Bu sözleri anımsa. Yatay çizgide motivasyon yüzünden hareket ediyorsun. Bir şeyi elde etmek zorundasın; para, prestij, güç ya da Tanrı ama mutlaka bir şey elde etmelisin. Bir motivasyon vardır.

Motive olmuş bir hareket uyku demektir. Motive olmamış bir hareket farkındalık demektir; hareket edersin çünkü hareket etmek saf sevinçtir, hareket edersin çünkü hareket etmek hayattır, hareket edersin çünkü hareket enerjidir ve enerji de harekettir. Hareket edersin çünkü enerji keyiftir. Başka bir şey için değil. Onun için bir amaç yoktur, bir şey başarmanın peşinde değilsin. Aslında hiçbir yere gitmiyorsun, bir yere falan gittiğin yok; sadece enerjinin tadını çıkarıyorsun. Hareketin kendisinden başka bir motivasyon yok; hareketin kendine içkin bir değeri vardır, dışsal bir değeri yoktur.

Bir Buda da yaşar —bir Heraklit yaşar; ben burada yaşıyor, nefes alıyorum— ancak motivasyonsuz, bambaşka türden bir hareketle.

Birisi bana birkaç gün önce soruyordu, "Neden insanlara meditasyonda yardımcı oluyorsun?"

Ona dedim ki, "Bu benim zevkim, bir nedeni yok; sadece hoşuma gidiyor." Tıpkı bir insanın bahçeye tohumlar serpip çiçekleri beklemesi gibi. Sen çiçek açtığında benim hoşuma gider. Bu bahçıvanlık, birisi çiçek açtığında bu saf mutluluktur. Ve ben paylaşıyorum. Bunun için bir hedef yok. Eğer başaramazsan kendimi kötü hissetmem. Şayet çiçek açmazsan bu da iyidir çünkü çiçek açma zorlanamaz. Bir goncayı kaba kuvvetle açamazsın; yapabilirsin ama o zaman da onu öldürürsün. Çiçek açma gibi gözükse de bir çiçek açma değildir.

Tüm dünya, varoluş sonsuzluğun içinde devinir. Zihin zamanda devinir. Varoluş derinliğin ve yüksekliğin içine hareket eder ve zihinse ileri-geri hareket eder. Zihin yatay olarak hareket eder; bu uykudur. Eğer dikey hareket edersen bu farkındalıktır.

Anda kal. Tüm varlığını ana getir. Geçmişin araya girmesine ve geleceğin içeri girmesine izin verme. Geçmiş artık yoktur, ölüdür. Ve İsa'nın dediği gibi, "Bırak ölüleri ölüleriniz gömsün." Geçmiş artık yoktur, neden onun hakkında endişeleniyorsun? Neden onu tekrar ve tekrar ve tekrar çiğneyip duruyorsun? Delirdin mi? Artık yok; o senin zihninde, yalnızca bir anı. Gelecek henüz ortada yok; gelecek hakkında düşünerek ne yapıyorsun? Henüz var olmayan bir şey hakkında nasıl düşünebilirsin? Onunla ilgili nasıl planlar yaparsın? Onunla ilgili ne yaparsan yap gerçekleşmeyecek ve sen kendini başarısız hissedeceksin çünkü bütünün kendi planı vardır. Neden ona karşı kendi planlarına sahip olmaya çalışıyorsun?

Varoluşun kendi planları var, o senden daha bilge; bütün parçadan daha bilge olmak zorundadır. Neden bütünmüşsün gibi davranıyorsun? Bütünün kendi kaderi var, yerine getirdiği görevleri var. Neden onun için bu kadar canını sıkıyorsun? Ve ne yaparsan yap bu bir günah olacaktır çünkü anı kaçırıyor olacaksın, bu anı. Ve şayet o bir alışkanlık haline gelirse —kaçırmaya başlarsan alışkanlık halini alır— gelecek tekrar geldiğinde de onu kaçırıyor olacaksın çünkü o zaman, o bir gelecek olmayacak, şimdiki an olacak. Dün bugün hakkında düşünüyordun çünkü o zaman o yarındı; artık o bugün ve sen yarın hakkında düşünüyorsun. Ve yarın geldiğinde bugün olacak çünkü varolan her şey şimdi ve burada var olur, başka türlü var olması mümkün değildir. Ve zihninin sürekli yarına bakmasında olduğu gibi sabitlenmiş bir biçimde işliyorsan, o halde ne zaman yaşayacaksın? Yarın hiç gelmez. O zaman sürekli kaçırırsın ve bu günahtır. Sin (günah) sözcüğünün İbranca'daki kökünün anlamı budur.

Gelecek girdiği anda, zaman girer. Varoluşa karşı günah işledin, kaçırdın. Ve bu artık sabitlenmiş bir biçim aldı: Robot gibi kaçırıp duruyorsun.

Bana çok uzak ülkelerden gelen insanlar var. Onlar oradayken beni düşünüp benim için heyecan duyarlar ve okurlar ve düşünürler ve hayal kurarlar. Buraya geldiklerinde evlerini düşünmeye başlarlar; henüz vardıkları anda geri dönmeye başladılar bile! Sonra çocuklarını, eşlerini ve işlerini ve şunu-bunu ve bin bir tane şeyi düşünmeye başlarlar. Ve ben tüm aptallığı görebiliyorum. Tekrardan onlar oraya dönecekler ve beni düşünüyor olacaklar. Kaçırırlar ve bu günahtır.

Sen burada benimleyken, benimle ol; bütünüyle benimle burada ol. Bu sayede yeni bir hareket tarzı öğrenebilirsin, bu sayede sonsuzluğa doğru yönelebilirsin, zamana değil.

Zaman dünyadır ve sonsuzluk da Tanrı; yatay olan dünyadır, dikey olan Tanrı. Bu ikisi bir noktada birleşir ve burası İsa'nın çarmıha gerildiği yerdir. Her ikisi de, yatay ve dikey bir noktada buluşur; bu nokta şimdi ve burasıdır. Şimdi ve buradan bir yolculuk dünyada; gelecekte, diğer yolculuksa Tanrıda, derinde iki yolculuğa çıkabilirsin.

Şimdiki ana daha da çok duyarlı ve tetikte ol, onun daha ve daha çok farkında ol.

Ne yapacaksın? Bu nasıl mümkün olabilir? Çünkü o kadar derin uykudasın ki bunu da bir rüyaya dönüştürebilirsin. Sen bunun kendisini de bir düşünce nesnesi, süreci haline getirebilirsin. Ona ilişkin olarak öyle gergin bir hal alabilirsin ki sırf onun yüzünden şimdiki anın içinde olamazsın. Nasıl anın içinde kalınacağını çok fazla düşünürsen, bu düşüncenin bir yararı olmayacaktır. Çok fazla suçluluk duyarsan... eğer arada bir geçmişe dönersen duyacaksın; bu o kadar uzun süren bir rutin halini aldı ki. Ve bazen gelecek hakkında düşünmeye başlayacaksın; yeniden bir günah işlediğin için hemen suçluluk duyacaksın.

Suçluluk hissetme. Günahı anla ama suçluluk hissetme. Ve, bu çok narin bir şeydir. Suçluluk hissedersen esas şeyi kaçırırsın. Artık eski kalıp yeni bir tarzda tekrardan başlar. Bu sefer şimdiyi kaçırdın diye suçluluk duyarsın. Artık geçmişi düşünüyorsun çünkü şimdiki an artık şimdiki an değildir; o geçti ve sen onun hakkında suçluluk duyuyorsun. Hâlâ kaçırıyorsun.

Öyleyse bir şeyi unutma: Ne zaman geçmişe ya da geleceğe gitmiş olduğunu fark edersen bunu bir sorun haline getirme. Sadece sorun çıkarmadan şu ana gel. Bir sorun yok! Sadece farkındalığını geri getir. Milyonlarca kez kaçıracaksın; o hemen şimdi, aniden oluvermeyecek. Olabilir de ama sen yapmayacaksın. O kadar uzun, upuzun bir sabitlenmiş davranış kalıbı ki hemen şu an değiştiremezsin. Ama endişe yok, varoluşun bir acelesi yok. Sonsuzluk ebediyen bekleyebilir. Onun içinden bir gerginlik çıkarma.

Ne zaman kaçırdığını hissedersen geri gel, hepsi bu! Kendini suçlama, bu zihnin bir numarasıdır, yeniden bir oyunu oynuyor. "Yine unuttum" diye pişman olma. Düşündüğün zaman sadece ne yapıyorsan ona geri gel. Duş alıyorsan geri gel; yemeğini yiyorsan geri gel; yürüyüşe çıkıyorsan geri gel. Şimdi burada olmadığını fark ettiğin anda basitçe, masum bir şekilde geri gel. Suçluluk yaratma. Suçluluk duyarsan konunun özünü kaçırırsın.

Günah var ve suçluluk yok; ancak bu senin için zordur.. Bir şeyin yanlış olduğunu hissedersen hemen suçluluk duyarsın. Zihin çok, çok kurnazdır. Suçluluk duyarsan oyun artık başlamış demektir; yeni bir zemindedir ama oyun eskidir. İnsanlar bana gelir ve "Sürekli unutuyoruz" derler. "Sürekli unutuyoruz. Deniyoruz ama sadece birkaç saniye anımsıyoruz. Kendimizin farkında olarak uyanık kalıyoruz, sonra tekrar kayboluyor. Ne yapmalı?" derken çok üzgündürler. Hiçbir şey yapılamaz! Bunun yapmayla pek bir alakası yok. Ne yapabilirsin? Yapılabilecek tek şey suçluluk yaratmamaktır. Basitçe geri dön.

Daha çok geri döndükçe... basit bir biçimde, unutma. Ciddi bir suratla değil, çok çaba sarf etmeden; basitçe, masumca, ondan bir sorun çıkartmadan. Çünkü sonsuzluğun sorunları yoktur; tüm sorunlar yatay düzlemde var olur. Dikey düzlem sorun nedir bilmez. Kaygısız, kedersiz, endişesiz, suçluluk hissetmeden, hiçbir şey olmadan saf keyiftir. Basit ol ve geri dön.

Pek çok kez kaçırırsın, bu doğal karşılanır. Ama hiç endişelenme; bu böyledir. Pek çok kez kaçıracaksın ama önemli olan bu değil. Pek çok kereler kaçırdığın gerçeğine çok fazla aldırış etme, pek çok kereler onu yeniden kazandığına dikkatini ver. Bunu unutma; vurgu ne kadar çok kaçırdığına değil, anımsamayı ne kadar çok yeniden kazandığına yapılmalı. Onun için mutlu hisset. Kaçırdığın, elbette ki, olması gereken şeydir. Yatay düzlemde çok, pek çok yaşamlar boyunca yaşamış olan bir insansın, yani bu çok doğal. Güzellik senin pek çok kereler geri dönmende. İmkânsız olanı yaptın; kendini mutlu hisset!

Yirmi dört saatte yirmi dört bin sefer kaçıracaksın ama yirmi dört bin sefer onu yeniden kazanacaksın. Artık yeni bir usul işlemeye başlayacak. Pek çok kez eve geri döneceksin; artık yavaş, yavaş yeni bir boyut içeri sızıyor. Giderek daha çok farkındalıkta kalacaksın, giderek daha az ileri-geri gidip geleceksin. Gidiş-gelişlerin ömrü giderek daha çok kısalacak. Daha, çok daha az unutacaksın, daha, çok daha fazla hatırlayacaksın; dikey olana giriyorsun. Bir gün ansızın yatay yok oluverir. Farkındalığa bir yoğunluk gelir ve yatay kaybolur.

Shankara, Vedanta ve Hinduların bu dünyayı yanılsama olarak adlandırmalarının ardında yatan anlam budur. Çünkü farkındalık mükemmel hale geldiğinde bu dünya —zihninden yarattığın bu dünya— ortadan basitçe kalkıverir; başka bir dünya açılır sana. Maya kaybolur, yanılsama kaybolur; yanılsama senin uykun, senin bilinçsizliğin yüzünden ordadır.

Aynı rüya gibidir. Geceleyin rüyaya dalarsın ve rüya olduğu müddetçe çok gerçektir. Hiç rüyanda, "Bu imkânsız" dediğin oldu mu? İmkânsız rüyada gerçekleşir ama sen şüphe duyamazsın. Rüyada böylesi bir inancın vardır; rüyada kimse kuşkucu değildir, bir Bertrand Russel bile. Hayır, bir rüyadayken herkes çocuk gibidir, olan her şeye güvenir. Rüyada eşinin geldiğini görürsün; ansızın bir ata dönüşür. Bir an bile "Nasıl bu mümkün olabilir?" diye düşünmezsin.

Rüya görmek güvendir, inançtır. Rüyada şüphe duyamazsın. Bir kez bir rüyada kuşku duyarsan kurallar çiğnenmiştir. Bir kez şüphe duyarsan rüya ortadan kalkmaya başlar. Sadece bir kez dahi bunun bir rüya olduğunu anımsayabilirsen ansızın bir şoka dönüşecek ve rüya darmadağın olacaktır ve sen tamamen uyanık olacaksın.

Etrafında gördüğün bu dünya gerçek dünya değil. Var olmadığından değil —vardır— ama sen onu bir hayal ekranı aracılığıyla görüyorsun. Arada bir bilinçsizlik var; ona bakıp kendi tarzında yorumluyorsun; tıpkı bir ayyaş gibisin.

Bir seferinde:

Nasreddin hoca koşarak geldi. Tamamen sarhoştu ve asansörü işleten adam tam kapıyı kapatmak üzereydi ancak Hoca bir şekilde içeri girmeyi başardı. İçerisi aşırı kalabalıktır, herke Hoca'nın körkütük sarhoş olduğunu fark etti; nefesi kokuyordu. Hiçbir şey yokmuş gibi yapmaya çalıştı; kapıya doğru yüzü çevirdi ama hiçbir şey göremedi; gözleri de sarhoştu ve uykuluydu. Bir şekilde ayakta kalmaya çalışıyordu ama bu da imkânsızdı. Ve sonrasında çok utandı çünkü herkes ona bakıyor ve herkes onun körkütük sarhoş olduğunu düşünüyordu; bunu hissedebiliyordu. Başka ne yapabileceğini bilemeden, aniden dedi ki, "Neden sizleri bu toplantıya çağırdığımı merak ediyor olmalısınız."

Sabaha doğru Nasreddin iyi olacak. O da sizin güldüğünüz gibi gülecek.

Tüm Budalar uyandıklarında kahkaha attı. Onların kahkahaları aslan kükremesi gibidir. Onlar sana gülmüyor; onlar tüm bu kozmik şakaya gülüyorlar. Onlar rüyada, uykuda, arzuları tarafından tamamıyla zehirlenmiş bir biçimde yaşadılar ve varoluşa arzularının içinden baktılar. O zaman da o gerçek varoluş değildi; kendi uykularını onun üzerine yansıttılar.

Tüm varoluşu bir ekran gibi alıp kendi zihnini onun üzerine yansıtıyorsun. Orada olmayan şeyleri görüyor ve orada olan şeyleri de görmüyorsun. Ve zihnin her şey için bir açıklaması vardır. İçinde bir kuşku yükselirse zihin açıklama yapar. Sırf her şeyin yolunda olduğu konusunda rahat hissedebilmek için kuramlar, felsefeler, sistemler oluşturur. Tüm felsefeler yaşamı daha münasip bir hale getirmek için yaratılmıştır. Bu sayede her şey iyi görünür, her şey yolundadır. Ama sen uykudayken her şey yanlış.

Adamın biri bana geldi. Endişeliydi; güzel bir kızın babasıydı. Çok endişeliydi, dedi ki: "Her sabah biraz rahatsız hissediyor ve ben tüm doktorlara başvurdum hiçbir şeyi yok diyorlar. Bu durumda ne yapmalı?"

Ben de ona dedim ki: "Nasreddin Hocaya git; o buralardaki bilge kişidir ve her şeyi bilir çünkü onun 'bilmiyorum' dediğini hiç duymadım. Sen git ona"

Gitti. Sırf Nasreddin'in ne diyeceğini görmek için onu izledim. Nasreddin gözlerini kapattı, sorun üzerinde düşünüp taşındı, sonra da gözlerini açıp dedi ki: "Ona geceleri yatmadan önce süt veriyor musun?"

Adam da "Evet" dedi.

"Şimdi meseleyi anladım: Çocuğa süt verirsen çocuk da sağdan sola, soldan sağa yer değiştirip durur ve çalkalama yüzünden de süt kesilip katılaşır. Sonra da kesilip katılaşmış süt peynir olur, ondan sonra da peynir tereyağı haline gelir, sonra tereyağından yağ oluşur, yağ şekere dönüşür, sonra da şeker alkol halini alır; elbette sabahleyin de kız akşamdan kalma olur."

Tüm felsefeler bundan ibarettir; şeylerin bir takım açıklamaları, açıklanamayan şeylerin bir takım açıklamaları, bilinmeyen şeyler hakkında bir şeyler biliyormuş gibi davranmak. Ama onlar hayatı kolaylaştırır. Daha rahat uyursun, yatıştırıcı gibidirler.

Unutma, felsefe ve dindarlık arasındaki fark budur: Felsefe yatıştırıcıdır, dindarlık ise bir şoktur; felsefe rahat uyumana yardım eder, dindarlık seni uykundan çekip çıkartır. Dindarlık bir felsefe değildir; o seni bilinçsizliğinden çıkartacak bir tekniktir. Ve tüm felsefeler seni rahatça uyutacak tekniklerdir; sana hayaller, ütopyalar verir.

Dindarlık ise senden tüm hayalleri ve ütopyaları alır. Dindarlık seni hakikate götürür ve hakikat sadece sen rüya görmediğinde mümkündür. Rüya gören bir zihin hakikati göremez. Rüya gören bir zihin hakikati de bir hayale dönüştürür.

Hiç gözlemledin mi? Sabah dörtte kalkıp bir trene yetişmek zorundasın; alarmı kurarsın. Sonra sabah olduğunda alarm çalmaya başlar ve zihnin bir rüya yaratır: Bir tapınakta oturuyorsun ve tapınağın zilleri çalmaya başlar; o zaman her şey açıklanmıştır. Artık alarm problem olmaktan çıkmıştır, seni uyandıramaz. Hemencecik onu açıklayıverdin!

Zihin kurnazdır. Ve artık psikanalistler nasıl olup da zihnin hemencecik, anında açıklamalar ürettiğine şaşırıp kalmaktalar. Bu çok zor bir şey! Zihin onu önceden tasarlamış olmalı. Nasıl ansızın kendini bir tapınakta ya da kilisede çanlar çalarken bulabilirsin? Ansızın alarm çalmaya başlar ve sen rüyanda açıklamaya sahipsin. Alarmdan kaçınmaya çalışıyorsun, kalkmak istemiyorsun, böylesi soğuk bir kış gecesinde kalkmak istemiyorsun. Zihnin der ki: "Bu alarm değil, bu ziyaret ettiğin tapınak." Her şey açıklandı, uykuna devam edersin.

Felsefelerin yapmakta olduğu şey budur ve bu yüzden bir sürü felsefe var çünkü herkes başka bir açıklamaya ihtiyaç duyar. Başka birisinin uykuya dalmasına yardım eden bir açıklama sana yardımcı olmayacaktır. Ve Heraklit'in bu alıntıda söylediği de budur.

Şimdi onu anlamaya çalış. Diyor ki:

insanlar uyanık anlarında da

uyurkenki kadar etrafında olup bitenlere karşı dikkatsiz

ve unutkandır.

Uyurken etrafında olup bitenlerin farkında değilsin ama uyumadığın saatlerde etrafında olanların farkında mısın?

Pek çok araştırma yapılmıştır. Sana gelen mesajların yüzde doksan sekizinin girmesine zihnin hiçbir zaman izin vermez; % 98. Sadece yüzde 2'ye izin verir ve bu yüzde 2'yi de ayrıca yorumlar. Ben bir şey söylüyorum, sen başka bir şey anlıyorsun. Ben başka bir şey söylüyorum, sen ise onu senin uykunu rahatsız etmeyecek bir şekilde yorumluyorsun. Zihnin anında sana bir yorum verir. Zihninde onun için bir yer bulursun ve zihin onu içine alır; zihnin bir parçası haline gelir. Bu nedenle sürekli Budaları, İsaları, Heraklitleri kaçırıyorsun. Onlar devamlı seninle konuşurlar; sana sürekli bir şey bulduklarını, bir şey deneyimlediklerini söylerler ama sana söyledikleri zaman anında onu yorumlarsın. Senin kendi hilelerin var.

Aristo Heraklit'ten çok rahatsız oldu. Bu adamın karakterinde bir yanlışlık olduğuna karar verdi. Bitti! Onu sana uymadığı için sınıflandırdın, seni rahatsız ediyor. Heraklit Aristo'nun zihni için çok ağır gelmiş olmalı çünkü Aristo yatay üzerinde hareket eder, o bu işin ustasıdır ve Heraklit denen bu adamsa seni uçurama doğru itiyor. Aristo mantığın düzlüklerinde dolanıyorken Heraklit denen bu adam seni gizemin içine itekliyor. Bazı açıklamalara ihtiyaç vardır. Aristo der ki: "Bu adamın bazı arızaları var; psikolojik, fizyolojik, 'karakteriyle ilişkili' bir takım arızaları mevcut. Yoksa neden paradoks üzerinde bu kadar ısrarcı olsun? Niçin gizemle ilgili bu kadar ısrar etsin? Niçin kalkıp zıtlıklar arasında bir ahenk olduğunda ısrarla dursun. Zıtlıklar zıttır; ahenk yoktur. Yaşam yaşamdır ve ölüm de ölüm; bu konuda açık ol, şeyleri birbirine karıştırma. Görünen o ki bu adam kalın kafalı."

Lao Tzu da aynıydı. Lao Tzu dedi ki: "Benim dışımdaki herkes çok bilge görünüyor. Benim dışımdaki herkes çok zeki görünüyor; ben bir aptalım!" Lao Tzu gelmiş geçmiş en yüce, en bilge kişilerden birisidir ancak sizlerin ortasında kendisini bir aptal gibi hissediyor. Lao Tzu der ki: "Herkes o kadar açık fikirli düşünürler gibi görünüyor ki, ben çok kalın kafalıyım." Aristo'nun Heraklit için söylediklerini Lao Tzu kendisi için söylüyor.

Lao Tzu der ki, "Bir kimse benim söylediklerimi zihinsiz olarak dinlerse aydınlanır. Eğer birisi söylediklerimi zihni aracılığıyla anlarsa, o zaman benimle hiçbir ilgisi olmayan kendi açıklamalarını bulur. Ve birisi pek de dinlemeden dinlerse —dinlemeden dinleyen insanlar vardır— dinlemeden dinliyormuş gibi yaparak birisi beni dinlediğinde, aptallığıma güler." Ve üçüncü tipteki zihin çoğunluktur. Lao Tzu der ki: "Eğer çoğunluk sana gülmezse, dikkatli ol yanlış bir şey söylüyor olabilirsin. Şayet çoğunluk gülüyorsa, ancak o zaman gerçek bir şey söylüyorsundur. Ne zaman ki çoğunluk senin bir aptal olduğunu düşünür, ancak o zaman bilge bir adam olma olasılığın biraz vardır; aksi takdirde hiçbir olasılık yoktur.

Heraklit Aristo'ya biraz kalın kafalı görünür. Sana da öyle görünecektir çünkü Aristo bütün dünyadaki tüm kolejleri, tüm üniversiteleri ele geçirmiştir. Artık her yerde sana mantık öğretiliyor, gizem değil. Her yerde sana mistik değil rasyonel olmak öğretiliyor. Herkes keskin olmak için eğitiliyor. Keskin olmak istersen yatay olanda dolanman gerekir. Orada "A" "A"dır, "B" "B"dir ve "A" hiçbir zaman "B" değildir. Fakat dikeyin gizemli uçurumunda sınırlar birbiriyle buluşur ve iç içe geçer. Erkek kadındır, kadın erkek; yanlış doğrudur, doğru yanlış; karanlık ışıktır, ışık karanlık; hayat ölümdür, ölüm hayat. Tüm sınırlar buluşur ve iç içe geçer.

Bu yüzden Tanrı bir gizemdir, mantıksal bir çıkarım değil. Tanrı için kanıtlar sunanlar sadece imkânsız olanı yaparlar; Tanrı için hiçbir kanıt sunulamaz. Kanıtlar yatay olanda var olur.

Güvenin anlamı budur: Uçuruma düşersin, uçurumu yaşarsın, basitçe içinde kaybolursun... ve bilirsin. Sadece zihin yokken bilirsin, asla önce değil.

Sen neredeysen orası tam olarak mevcut olmadığın yerdir. Belki başka bir yerdesin ama orada, olduğun yerde değilsin. Neredeysen orada değilsin.

Eski Tibet yazıtlarında Tanrının sana pek çok kereler geldiği ama seni hiç orada, olduğun yerde bulamadığı söylenir. O kapıyı çalar ama ev sahibi evde, orada yoktur; o her zaman başka bir yerdedir. Evinde misin, yuvanda mısın yoksa başka bir yerde misin? Tanrı seni nasıl bulabilir? Ona gitmene gerek yok, sadece evde dur o seni bulacaktır. Tıpkı senin onu aradığın gibi o da seni arıyor. Sadece evde ol, böylelikle geldiğinde seni bulabilir. Milyonlarca defa gelir, kapını çalar, kapıda bekler ama sen hiçbir zaman orada değilsin.

Heraklit der ki:

Ahmaklar duymalarına karşın

sağır gibilerdir;

onlar için 'ne zaman burada

olsalar mevcut değiller'

deyimi uygun düşer.

Uyku budur: Şimdiki anda hazır bulunmamak, mevcut olmamak, başka bir yerde olmak. Günün birinde:

Nasreddin Hoca bir kahvede oturmuş cömertliğinden bahsediyordu. Ve o konuştuğunda herkes gibi aşırıya kaçar çünkü ne söylediğini unutur. Bunun üzerine biri dedi ki, "Hoca madem bu kadar cömertsin neden bizi hiç evine davet etmiyorsun? Bir tek yemeğe dahi bizi davet etmedin. Buna ne diyorsun bakalım?"

Nasreddin çok heyecanlanıp karısını tamamen unuttu. "Hemen şimdi gelin!" deyiverdi. Eve yaklaştıkça aklı başına geldi. O zaman karısı aklına geldi ve korkmaya başladı; otuz kişi geliyordu. Tam kapının dışında, "Siz burada bekleyin! Hepiniz biliyor ki bir karım var. Sizin de karılarınız var, yani biliyorsunuz. Sadece bekleyin. Önce girip onu ikna edeyim, sonra sizi içeri çağırırım" dedi. Sonra da içeri girip kayboldu.

Beklediler, beklediler, beklediler ve o gelmedi, gelmedi, onlar da kapıyı çaldı. Nasreddin olan her şeyi, cömertlik hakkında çok fazla konuştuğunu ve yakalandığını karısına olduğu gibi anlatmış. Karısı dedi ki: "Ama bizim otuz insana verecek şeyimiz yok ve gecenin bu geç vaktinde hiçbir şey mümkün değil."

Bunun üzerine Nasreddin dedi ki: "Sadece şunu yap: Kapı çaldığında git ve onlara Nasreddin'in evde olmadığını söyle."

Bunun üzerine kapı çaldığında karısı gelip, "Nasreddin evde yok" dedi.

Onlar da, "Bu şaşırtıcı çünkü onunla beraber geldik ve o içeri girdi ve biz onun dışarı çıktığını görmedik. Merdivende otuz kişi bekliyoruz, içerde olması gerek. İçeri gidip onu bulun. Bir yerde saklanıyor olmalı" dedi.

Karısı içeri girdi. "Ne yapacağız?" diye sordu.

Nasreddin heyecanlandı. “Bekle” dedi. Dışarı çıkıp, “Ne demek istiyorsunuz? Arka kapıdan çıkmış olabilirdi!” dedi.

Bu mümkün, bu her gün senin başına geliyor. Nasreddin kendisini tamamen unuttu; olan budur —mantığın içinde kendini kaybetti. Mantık doğru, iddiası doğru ama.. "Ne demek istiyorsunuz? Siz ön kapıda bekliyorsunuz; o arka kapıdan gitmiş olabilir"— mantık doğru ama Nasreddin kendinin bunu söylediğini tamamen unuttu.

Sen hazır değilsin. Sen ne dünya için hazırsın, ne de kendin için. Uyku budur. O zaman nasıl duyabilirsin? O zaman nasıl görebilirsin? O zaman nasıl hissedebilirsin? Şayet şimdi burada hazır olmazsan o zaman tüm kapılar kapalıdır. Sen ölü bir insansın, canlı değilsin. Bu nedenle İsa kendisini duyanlara, dinleyenlere tekrar ve tekrar "Kulaklarınız varsa beni duyun; gözleriniz varsa beni görün!" diyor.

Heraklit dinleyen ama duymayan, bakan ama göremeyen pek çok insan bulmuş olmalı çünkü onların evleri tamamen boş. Sahip evde değil. Gözler bakıyor, kulaklar duyuyor ama sahip içerde mevcut değil. Gözler sadece penceredir; sen onların içinden bakmazsan onlar göremezler. Bir pencere nasıl görebilir? Senin pencere kenarında durman gerekir, ancak o zaman görebilirsin. Nasıl? O sadece bir pencere, o hissedemez. Sen oradaysan, o zaman tamamıyla başka bir şeye dönüşür.

Tüm beden bir ev gibidir ama zihin hep seyahattedir; sahip hep başka diyarlarda geziyor ve ev hep

boş kalıyor. Ve hayat kapını çalar —onu Tanrı olarak ya da nasıl istersen öyle adlandırabilirsin, isim önemli değildir; varoluş de— o kapını çalar, aslında sürekli kapını çalmakta ama sen hiç orada bulunmadın. Uyku budur.

Kişi uykudaymış gibi

davranmamalı ve

konuşmamalıdır.

Tam farkındalıkla davran, konuş ve sonrasında kendinde inanılmaz değişiklikler bulacaksın. Farkında olduğun gerçeğinin ta kendisi davranışlarını değiştirir. O zaman günah işleyemezsin. Kendini kontrol etmek zorunda kalmazsın, hayır! Kontrol farkındalığın gariban yedeğidir, çok yoksuldur; fazla yararı dokunmaz. Farkında olursan kızgınlığını kontrol etmene gerek kalmaz; farkındalıkta kızgınlık hiç ortaya çıkmaz. Beraber var olamazlar; onlar için birlikte var oluş yoktur. Farkındalıkta kıskançlık hiç ortaya çıkmaz. Farkındalıkta pek çok şey kolayca ortadan kalkar; tüm negatif şeyler.

Tıpkı ışık gibidir. Evinde ışık varken, karanlık nasıl orada var olur? Hemencecik kaçar. Evin aydınlıkken, nasıl olur da tökezlersin? Nasıl olur da duvara çarparsın? Işık vardır, kapının nerede olduğunu biliyorsun; kolayca kapıya ulaşır ve dışarı çıkar ya da içeri girersin. Karanlık varken tökezlersin, el yordamıyla dolaşırsın, düşersin. Kızgınlık tökezlemek dışında bir şey değildir, kıskançlık el yordamıyla ilerlemektir. Tüm yanlış şeyler yanlıştır, kendisi yüzünden değil sen karanlıkta yaşadığın için.

Bir İsa kızmak isterse olabilir; onu kullanabilir. Sen kullanamazsın; sen onun tarafından kullanılıyorsun. Eğer İsa iyi ve yararlı olacağına inanırsa, her şeyi kullanabilir; o bir ustadır. İsa kızgın olmadan kızabilir. Pek çok kişi Gurdjieff ile çalıştı ve o korkunç bir adamdı. Kızdığında korkunç bir biçimde kızardı, bir katil gibi görünürdü! Ancak bu sadece bir oyundu, birine yardımcı olacak bir durumdu. Ve ansızın, bir an bir boşluk dahi olmadan, başka bir insana bakıp gülümseyebilirdi. Ve tekrar kızmış olduğu adama bakıp berbat görünerek kızabilirdi.

Bu mümkündür. Farkında olduğunda her şeyi kullanabilirsin. Hatta zehir bile sen farkında olduğunda iksire dönüşür. Ve sen uykudayken iksir bile bir zehir halini alır; çünkü her şey senin uyanık olup olmamana bağlıdır. Eylemlerin bir anlamı yoktur. Eylemlerin önemi yok; önemli olan sensin, senin farkındalığın, senin bilinçli, dikkatli olmandır. Yapıp ettiğinle bir alakası yok.

Günün birinde:

Nagarjuna adında yüce bir Budist usta vardı. Bir hırsız geldi ona. Hırsız ustaya âşık olmuştu çünkü hiç bu kadar güzel bir insan, böylesi eşsiz bir zarafet görmemişti. Nagarjuna'ya sordu: "Benim de gelişimim için bir olasılık var mı? Ancak şunu net olarak söylemem lazım: Ben bir hırsızım. Ve diğer şey ise: Onu bırakamam, bu durumda bunu bir koşul yapmayın. Başka ne derseniz yapacağım ama bir hırsız olmaktan vazgeçemem. Bunu pek çok kereler denedim, hiç işe yaramıyor ben de tüm çabayı bıraktım. Kaderimi kabullendim, bir hırsız olacağım ve öyle kalacağım bu yüzden bundan söz etmeyin. En başından bunu netleştirin."

Nagarjuna dedi ki: "Neden korkuyorsun? Kim senin hırsızlığından bahsedecek ki?"

Hırsız: "Ama ne zaman bir keşişe, dindar bir rahibe veya dini bütün bir azize gitsem, hep bana 'Önce çalmayı bırak' derler."

Nagarjuna güldü ve dedi ki: "O zaman sen hırsızlara gitmiş olmalısın; yoksa neden? Niçin umurlarında olsun ki? Benim umurumda değil."

Hırsız çok mutluydu: "O zaman tamam. Görünen o ki artık ben bir mürit olabilirim. Sen doğru ustasın"

Nagarjuna onu kabul etti ve dedi ki: "Şimdi gidip ne istiyorsan onu yapabilirsin. Yalnızca bir koşula uyman gerekiyor: Farkında ol! Git bir eve gir bir şeyler al, çal —ne istersen yap bu beni ilgilendirmiyor, ben bir hırsız değilim— ama tam farkındalıkla yap."

Hırsız bir tuzağa yakalanmak üzere olduğunu anlayamadı. "O zaman sorun yok. Deneyeceğim" dedi.

Üç hafta sonra geri geldi ve dedi ki: "Siz bana oyun oynadınız çünkü eğer farkında olursam çalamıyorum. Çalarsam farkındalık yok oluyor. Güç durumdayım."

Nagarjuna: "Senin hırsız olmanla ve çalmakla ilgili daha fazla konuşmaya gerek yok. Bu beni ilgilendirmiyor; ben bir hırsız değilim. Artık karar senin! Farkındalık istiyorsan, o zaman karar senin. Eğer onu istemiyorsan o zaman da karar senin."

Adam: Ama artık zor. Onun birazcık tadına baktım ve o çok güzel; ne söylersen söyle bırakacağım. Geçen gece ilk kez olarak kralın sarayına girmeyi başardım. Hazineyi açtım. Dünyadaki en zengin adam olabilirdim ama siz beni takip ediyordunuz ve ben farkında olmak zorundaydım. Farkında olduğum anda ansızın motivasyon kayboldu, arzular yok oldu. Farkında olduğum zaman elmaslar taşlar, sıradan taşlar gibi gözüktü. Bilincimi yitirdiğimde hazineler oradaydı. Bekledim ve bunu pek çok kez tekrarladım. Farkında olup Buda gibi olabilirdim ve bu iş tamamıyla aptalca, ahmakça geldiği için dokunamayabilirdim; sadece taşlar, ben ne yapıyorum? Kendimi taşlar için mi kaybediyorum? Ama o zaman farkındalığı kaybederdim; onlar da, bütün yanılsama tekrar bana güzel gözükürdü. Ama en sonunda onların buna değmediğine karar verdim."

Bir kez farkındalığı bildiğinde, ona paha biçilemez; yaşamdaki en büyük mutluluğu biliyorsun. O zaman ansızın pek çok şey kolayca kaybolur; onlar aptalca, ahmakça bir hal alır. Motivasyon yoktur, arzu yoktur, rüyalar dökülmüştür.

Kişi uykudaymış gibi davranmamalı ve konuşmamalıdır.

Bu yegâne anahtardır:

Uyanıkken tek bir ortak dünya vardır; uyuyanlarınsa

her birinin kendi özel dünyası vardır.

Rüyalar özeldir, kesinlikle özel! Rüyana kimse giremez. Bir rüyanı sevdiğinle paylaşamazsın. Karı-kocalar aynı yatakta uyurlar ama ayrı ayrı rüya görürler. Bir rüyayı paylaşmak imkânsızdır çünkü o hiçbir şeydir; nasıl olmayan bir şeyi paylaşabilirsin ki? Tıpkı bir köpük gibi; kesinkes var olmaz; paylaşamazsın onu, tek başına rüya görmelisin.

Bu yüzden —uyuyanlar yüzünden, bir sürü uyuyan yüzünden— pek çok dünya vardır. Senin kendi dünyan var; uyuyakalmışsan kendi düşüncelerinle, kavramlarınla, hayallerinle ve arzularınla çevrilmişsin. Ne zaman birisiyle tanışırsan iki dünya çarpışır. Çarpışan dünyalar; durum bundan ibaret. İzle!

Bir karı-kocaya konuşurlarken bak; konuştukları bile söylenemez. Koca ofis hakkında, geliri hakkında düşünmekte; karısı yılbaşında giyeceği elbiseyi düşünmekte. İçerde ikisinin de kendi özel dünyaları var ancak özel dünyaları bir yerde buluşur —daha doğrusu çarpışır— çünkü karısının elbisesi kocasının gelirine bağlıdır ve kocanın geliri de karısının elbisesini karşılamak zorundadır. Karısı "sevgilim" der ama bu sevgilim sözcüğünün ardında elbiseler vardır; onları düşünmektedir. "Sevgilim" sözlüklerde yazıldığı anlama gelmez çünkü bir kadın her "sevgilim" dediğinde artık başka bir anlam ifade ediyordur ve adam endişelenir. Elbette bunu gösteremez çünkü birisi sana "sevgilim" dediğinde bunu gösteremezsin. O da: "Ne oldu canım? Nasılsın?" der. Ancak endişelidir çünkü gelirini düşünmektedir ve yılbaşı yaklaşmaktadır ve tehlike vardır.

Nasreddin Hoca'nın karısı ona, "Ne oldu? Son zamanlarda ağlayıp sızlanıyorum, gözyaşları yanaklarımdan süzülüyor ve sen 'Niçin ağlıyorsun' diye sormuyorsun bile" demiş.

Nasreddin, "Bu kadarı yeter! Sormak çok pahalıya mal oluyor. Ve ben bu hatayı geçmişte çok kez yaptım. Çünkü bu gözyaşları sadece gözyaşları değil; elbiseler, yeni bir ev, yeni mobilyalar, yeni bir araba, bu gözyaşlarının ardında pek çok şey gizli. Bu gözyaşları sadece başlangıç" diye cevap vermiş.

Hiçbir diyalog mümkün değil çünkü içerde iki özel dünya var. Yalnızca çatışma mümkün.

Rüyalar özeldir, hakikat özel değildir. Hakikat özel olamaz; hakikat benim ya da senin olamaz, hakikat Hıristiyan veya Hindu olamaz, hakikat Hintli ya da Yunanlı olamaz. Hakikat özel olamaz. Rüyalar özeldir. Özel olan ne varsa, unutma, rüya âlemine aittir. Hakikat açık bir gökyüzüdür; herkes içindir, o tektir.

Bu nedenledir ki Lao Tzu konuştuğunda dili farklı olabilir; Buda konuştuğunda dili farklıdır; Heraklit konuştuğunda dili farklıdır; ancak aynı şeyi ifade ederler, aynı şeyi işaret ederler. Onlar özel dünyalarda yaşamazlar. Özel dünyaları rüyalarıyla, arzularıyla; zihinleriyle birlikte ortadan kalktı. Zihnin özel dünyaları vardır ama bilincin özel dünyaları yoktur. Uyanmanın ortak tek bir dünyası vardır... Tüm uyananların ortak tek bir dünyası vardır; bu varoluştur. Ve tüm uyuyan ve rüya görenlerinse kendi dünyaları vardır.

Dünyan bırakılmak zorundadır. Senden talep ettiğim yegâne vazgeçme talebi budur. Karını terk et demiyorum, işini bırak demiyorum, parandan vazgeç demiyorum, hiçbir şeyinden vazgeç demiyorum, hayır! Sadece özel rüya âlemlerini terk et diyorum. Benim için sannyas budur. Eski sannyas görünürdeki bu dünyayı terk etmekti. Kişi karısını ve çocuklarını bırakıp Himalayalara gider; bunların konuyla ilgisi bile yoktur. Bırakılacak olan dünya bu değildir, ondan nasıl vazgeçebilirsin ki? Himalayalar bile bu dünyaya aittir. Terk edilmesi gereken gerçek dünya zihindir, özel rüya âlemidir. Eğer onu bırakabilirsen çarşıda otururken bile Himalayalarda olursun. Eğer onu bırakamazsan, Himalayalarda da etrafında kendi özel dünyanı yaratacaksın.

Kendinden nasıl kaçabilirsin? Nereye gidersen git kendinle birlikte olacaksın. Nereye gidersen git aynı şekilde davranacaksın. Durumlar farklı olabilir ama sen nasıl farklı olacaksın? Himalayalarda uyuyor olacaksın. Pune'da, veya Boston'da uyuman ya da Londra'da veya Himalayalarda uyuman ne fark eder? Nerede olursan ol rüya görüyor olacaksın. Rüya görmeyi bırak! Daha uyanık hale geç. Ansızın rüyalar kaybolur ve rüyalarla tüm ıstıraplar yok olur.

Uyanıkken her gördüğümüz ölümdür, uyurken ise hayaller

Bu gerçekten güzel. Ne zaman uyuya kalırsan rüyalar, yanılsamalar, seraplar; kendi yaratımını, kendi özel dünyanı görürsün. Uyanıkken ne görüyorsun? Heraklit diyor ki: "Uyanıkken her yerde ölüm görüyorsun."

Belki de bu yüzden görmek istemiyorsun. Belki bu yüzden rüya görüyor, etrafında bir rüya bulutu yaratıyorsun, bu sayede ölüm gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalmıyorsun. Ama şunu unutma: Bir insan yalnızca ölümle karşılaştığında dindar olur, öncesindeyse asla.

Ölümle karşılaştığında, onu yüz yüze gördüğünde, kaçınmadığında, elinden kurtulmaya çalışmadığında, ondan kaçmadığında —ölüm gerçeğiyle yüzleştiğinde, onunla karşılaştığında— ansızın ölümün yaşam olduğunun farkına varacaksın. Ölümün derinliklerine gittikçe, hayatın da daha derinine ineceksin çünkü Heraklit zıtlıkların buluştuğunu ve karıştığını söylüyor; onlar tektir.

Şayet ölümden kaçmaya çalışıyorsan, unutma, hayattan da kaçıyor olacaksın. Bu yüzden çok ölü gibi görünüyorsun. Paradoks budur: Ölümden kaç ve ölü olarak kalacaksın; ölümle karşılaş, yüzleş ve canlanacaksın. Ölümle o kadar derinden, öylesine yoğun bir şekilde yüzleştiğin o anda öldüğünü hissetmeye başlarsın —sadece etrafında değil içinde de ölümü hisseder ve ona dokunursun— ve kriz gelir. İsa'nın çarmıhı, ölümün krizi budur. O anda bir dünyada ölürken — yatayın dünyasında, zihnin dünyasında— diğer dünyada dirilirsin.

İsa'nın dirilişi fiziksel bir olay değildir. Hıristiyanlar gereksiz yere bunun etrafında bu kadar çok hipotez üretiyorlar. O bu bedenin dirilişi değildir; o başka bir boyutun hiç ölmeyen bedenin içerisinde dirilmektir. Bu beden geçicidir, o beden ise ölümsüzdür. İsa başka bir dünyada dirilir, hakikatin dünyasında. Özel dünya yok olmuştur.

Son anında İsa endişelendiğini, başının dertte olduğunu söyler. Ölmekte olan İsa gibi bir adam dahi endişelenir, bu böyle olmak zorundadır. Tanrıya yakarıp der ki: "Bana ne yapıyorsun?" İsa gibi bir adam bile yatay olana yapışmak, hayata yapışmak isterdi.

Bu durumda kendin için suçluluk duyma. Sen de tutunmak isterdin. İsa'nın içindeki insan budur ve o Buda'dan, Mahavir'den daha insanidir. Bu insandır: Ölümle yüzleşen insanın başı beladadır ve yakarır ama geri dönmez; yere düşmez. Ansızsın neyi istiyor olduğunun farkına varır. O zaman, "Sen nasıl buyurursan" der, rahatlar ve teslim olur. Aniden çarklar döner; artık yatayda değildir; dikeye, derine girmiştir. Orada ölümsüzlüğün içinde dirilmiştir.

Zamanda öl, böylelikle ölümsüzlükte dirilirsin. Zihinde öl, böylece bilincin içinde canlanırsın. Düşünmede öl, bu sayede farkındalıkta doğarsın.

"Uyanıkken her gördüğümüz ölümdür" diyor Heraklit. Bu yüzden rüyalarda, yatıştırıcılarda, uyuşturucularda, keyif vericilerde yaşıyoruz; gerçekle yüzleşmemek için. Ama gerçekle yüzleşmek zorunluluğu vardır. Onunla yüzleşirsen gerçek hakikate dönüşür; kaçarsan yalanlar içerisinde yaşarsın. Gerçeklerle yüzleşirsen, gerçek hakikate açılan kapıya dönüşür. Ölüm gerçektir; bununla yüzleşmek zorunluluğu vardır. Hayat ise hakikat olacaktır, ölümsüz hayat, bereket dolu hayat, hiç bitmeyen hayat.