26 Aralık 2011 Pazartesi


GÜZEL BİR SES VEDE YORUM


MEVLANA-AŞK





"Aşk Allah'ın evidir."
Divân-ı Kebir c. III, 1213
Divan Kebir anlatımlarında Şems. bir sevgili, bir güneş, ilahi bir Nur idi. Şems, Mevlâna'nın gönlünde, zahiri olan Hak idi ve Hakk'ın bir yansıması idi. Bir alim iken, Şems ile aşkı doyasıya akıtan bir Pir hâline dönüştü, başkalaştı. Çünkü AŞK hiçbir zaman teklik değildir. İlahi Aşk ancak iki ile tecelli eder. Adem'in yaratılması görünmeyendedir, ancak eşinin yaratılması ikiliği temsil eder ve ancak o zaman yayılırlar sonsuzca arz âlemlerine. Her olanın bir görünen bir de görünmeyeni vardır.
Gerçekte birdir benimle senin canın
 Hem ortadayız, hem gizli; oyunu bu devranın
 Hamlığımdan hâlâ ben ve sen diyorum
 Ne sen kaldı, ne ben; onlar sadece bu dünyanın
 Divân-ı Kebir Rubai 1566
Mevlâna'dan Şems ile olan diyalogları, bazı zümreler tarafından hoş karşılanmamıştır. Oysa ki, Mevlâna, Şems ile birlikte Aşkın akışım sağlamak amacı ile bir çekim gücü oluşturmuşlardır. Aşk, mana itibari ile bizim anlayışlarımızın çok ötesinde bir kavramdır.
Aşk, Yaratıcı ile Yarattıkları arasında gizemli bir sırdır. Biz ancak Aşka ulaşanların aktardıkları, kelamları ile yetiniriz, ancak kavrayamayız. Aktardıklarım anlamaya çalışır, okur ancak idrak edemeyiz. Çünkü idrak edebilmek için ancak Aşkı anlamak ve ne olduğunu tam olarak bilmek gerekir.
"Bizim Sevgili dediğimiz varlık sadece bir bahanedir. Aslında gerçek sevgili, bir tek Allah'tır."
 Divân-ı Kebir c. IV, 184
Mevlâna ile Şems arasındaki aşk için yıllardır herkes kendi hakikatine göre yorumlar yaptı. Yüzeysel bir bakış açısıyla yanlış yorumlara sebep olan bu aşkı kelimelerle anlatabilmenin mümkün olmadığını, bu meseleyi çözme yolunun; fıkıh bilgisi bilene de, hekime de, müneccime de kapalı olduğunu Divân-ı Kebir'de dile getirmiştir.
Aşk defterde, kitap sayfalarında yazılı değildir. Aşk, kendinde kendini bulmaktır.
 Divân-ı Kebir c.I, 395
Mevlâna Şems'teki manaya, İlahi Olan'nın tecellisine aşıktı. Mevlâna Şems derken, Şems de Mevlâna derken aslında Allah demekteydiler. Birbirlerine ayna olmuş İlahi Olan'a o aynadan bakmaktaydılar.
"Aşk ilahi bir aynadır."
 Divân-ı Kebir c. IV, 1196
Kimilerine göre Mevlâna aşık-mürit, Şems maşuk-mürşittir. Surete, zahir olana bakan için bu böyledir. Oysa ki bu ilahi aşk içinde aşık-maşuk, şeyh-mürit gibi tanımlara yer yoktur. Aşk Allah'ın eviyse burada bu düşünceden bahsetmek mümkün değildir:

"Aşkta ne aşağılık vardır, ne de üstünlük. Aşkta ne hafızlık vardır, ne şeyhlik ne de müritlik."
 Divân-ı Kebir, c. IV, 446
"Bu öyle bir nurlu aşk ağacıdır ki; gövdesi yoktur. Dalları ezelde, kökleri ebeddedir. Bu aşk ağacı ne arşa dayanır, ne de yeryüzüne."
 Divân-ı Kebir, c. 1,192
Aşkın duyusal algının, benliğin tamamen dışında bir hâl olduğunu Şems de dile getirmiştir:
"Aşkın özelliği şuradadır ki, ona karşı ayıplar, hüner gibi görünür. Sevenin gözü kör, kulağı sağır olur derler. Bu mümkün müdür ki, insan hem aşık olsun, hem de onda görüş ve ayırma kuvveti yerinde kalsın."
 Makalat s. 104
Gerçek aşıkların gönül gözüyle göremeyenler tarafından anlaşılamayacağını Şems şöyle anlatır:
"Tanrı'nın öyle kulları vardır ki, onların dertlerini yüklenecek kimse yoktur. Neşelerine tahammül edecek kimse de. Onların her an, doldurup içtikleri sürahideki şaraptan, başkası içse, bir daha kendine gelemez. O şarabı içenler, sarhoş olurlar, kendilerinden geçerler. Halbuki onu içen er, aklı başında olarak, küpün içine oturup durur. Benim işime kimse tahammül edemez. Benim söylediğim şeyin, mukalli­din bana uyup söylemesi caiz değildir. Bu kavme uyulmaz demişlerdir ya, doğru söylemişlerdir."
Aşk, hissedilen ulvi ve ruhi tesirlerin, bedendeki açılımı, titreşimidir. Aşk bedendeki hücrelerde hissedilir, ve Aşk titreşimleri ruha yükseltilebilirse ve bir idrake varılırsa, sonsuza kadar ebedi bir Sevgi yumağı olup sarıp sarmalar.
 Aşk anlaşılamadığı için yanlış yorumlanmış, bedene karşı hissedilen aşk/şehvet ile, ruhi boyutta hissedilen aşk birbirine karıştırılmıştır. Bedene ve güzelliklere hissedilen aşk, aslında ruhi boyuttaki yansımanın güzelliklerine duyulan titreşimsel bir durumdur. Karşı cinse duyulan Aşk ile ilahi Aşk arasında bir fark yoktur çünkü, görünene duyulan Aşk titreşimleri, Hakk'ın ilahiliğinin görünür hâldeki boyutundaki güzellikleri fark etmek ve keşfetmektir. Bizler tarafından, bu ilahiliğin, kusursuzluğun, arz boyutundaki yansımasına duyulan hissi­yat ve bunun sonucunun verdiği akış Aşk olarak yorumlanır.
Görüntüde Hakk'ı bulan kişi Aşka kavuşur, ve aşk tümü ile ele geçirir ve artık o başkalaşıma uğramıştır. Çünkü Aşk ile başkalaşıma uğramayan, kendi benliğinin ilahi güzelliğin karşısında kayıb hâle dönüşmesi durumu oluşmamışsa Aşkın akışı da olmayacaktır.
"Aşk nedir diye sorarlarsa de ki: Aşk dileği, isteği, yapıp yapmama arzusunu, iradeyi terk etmektir."
 Divân-ı Kebir c. I, 210
Mevlâna'nın, coşkulu şiirlerinde aktardığı gibi tüm olanlar, her şey, ayaklarından tutup toprağa doğru çekse de seni, sen ellerinle ve var gücünle O'nun ipine tutun ve sakın bırakma. Hepimiz, tüm insanlık, tek tek O'nun parlayan yıldızlarıyız. Ancak kendi değerini bilmeyenler, çaresiz olanlar, yalnız hissedenlerdir. O'nun ipine tutunan eller asla boş kalmaz ve geri çevrilmezler.
 Ancak tam imanlı olmak, aşkın yolunda emin adımlarla yürümek o kadar kolay değildir. Mevlâna tüm hayatım şu üç cümle ile tanımlar. "Hamdım, piştim, yandım". Üç merhale, katedilen çetin yolun tarifidir. Biz sadece cümle olarak okur geçeriz, ancak yaşanılanın tarifi ve izahatı çok derindir. Mevlâna'ya sorarlar "Aşkın anlamı nedir?" "Ben ol da anla" diye cevap verir.
Ayakların yerdeyken, kendinle savaşında galip oldum dersin. Ayakların insanoğlunun üzerine çıktığında, Hakk'ın ipine tutunduğunda, aşkın yoluna düştüğünde, aşk ile pişmeye başladığında, gerçek iğva plânı ile yüzleşirsin, kendini tanımaya ve kendini bilmeye doğru yol alırsın. Zahiri bedenini o noktada görmeye başlarsın. Çünkü artık ayakların arza değmemektedir.
İşte Mevlâna'nın hamdım derken insandım, piştim derken ayaklarım insanoğlu üzerine çıktı deyimi ile açıklar. Yandım kelimesi ise, ancak onun yerinde olarak idrak edilecek ve kavranılacak bir manadır. Kıldan ince, kılıçtan keskin iğvalar, her an rikkat hâli içinde ağır aksak yürürsün, kaygan zeminlerde. İşte Aşıkların yolu budur. Ateşten yollar, dar patikalar, rehavetin bittiği, uyanmanın belirdiği andır. Aşkın yolu budur. Yanma hâlinin oluşmasıdır. Yanma hâli, Aşkın dünyaya en yakın olduğu noktanın bitişi, sevginin hissedilişidir. Ve Mevlâna Şems sayesinde, ilahi tüm mertebeleri geçerek, Aşkın doruk noktasına ulaşıp, Sevgiyi hissettiği andaki seslenişidir Yandım kelimesi.
Sevginin tek bir zerresi bile yeryüzünü, hatta tüm kainatı darmadağın edecek, sonsuz bir kudrettir. Sevgi tahayüllerimizin çok ötesinde, kusursuz ve müteal yaratımdır.
"Aşkın bu fani âlemle hiçbir ilgisi yoktur."
 Divân-ı Kebir c. III, 1193
Yeryüzü, madde kainatı, ve görünen tüm evrende bulunan tüm canlılar, sevgi ile henüz tanışmadı, tanışamaz. Çünkü sevgi, yaratıma gizlenmiş, hamurunda yoğrulmuş bir gizemdir. Sevgi aranan, ancak bulunamayan noktadır. O yoktan varetmiştir varlıkları. Ve varlıklar da yaratıma devam ederek çoğaltmışlardır tüm boyutları, âlemleri, evrenleri. Yoktan var etmek ile, yaratım birbirinden farklıdır.
Tüm varolan varlıklar, yaratımla çoğalmışlardır çokluk olarak âlemlere. Tüm varlıklar yaratıcıdır. Çünkü sevginin kudreti ile yoğrulmuşlardır, sevginin ruhu vardır varoluşların sırrında. Ve yaratımın her zerresine sinmiştir sevgi, yoğrulmuştur hamurunda. Hem bütünde sevgidir kainatı döndüren, düzenleyen, tanzim eden, hem her zerrede atoma sonsuz gücünü veren. Varoluşun ve Yaratımın sırrı sevgidir.
"Aşk, Allah ile kul arasındaki peygamber gibidir."
 Divân-ı Kebir c. I, 118
Sevgi, hiçbir yaratılmış tarafından ulaşılamayan, anlaşılamayan ve asla da kavranılamayandır. Çünkü varlığa göre bâtındır Sevgi, Yok olandır. Çünkü Yoktan Var olma meselesi budur. Yok'tadır Sevgi. Bâtındır Varlığa göre. Yoktan varlığa geçişte, bâtından zahire geçiştir, ancak bizim görünür hâlde düşüncemizin çok ötesinde bir kavramdır.
Her varlık, kendi özünde mükemmel birer yaratıcı ve ilahtır. Bu yaratıcı varlıklar da yaratmıştır kendi özlerinden çokluk olarak tüm bilinen binlerce âlemi, kainatı, evrenleri ve boyutları.
Aşk, öyle bir güneştir ki, ancak aşıkların gönüllerini yakar yandırır! Ona, İlkbahar, sonbahar yol bulamaz; ancak can sevgisi yol bulabilir!
 Divân-ı Kebir c. IV, 1940
Can sevgisi, yaratımdaki gizemdir. Sevgi ancak hamura katılmış ve kudretle yoğrularak yaratım gerçekleşmiştir. Can sevgiden oluşmuştur ve yaratılan varlığa burnundan üfürme ile sevgi aktarımıdır. Can sevginin zerresini taşır özünde. Öz, Cevher ve Can sevginin zerresini taşır, O'ndanlık budur. Ve dünyasal hiçbir yaratılmış, madde, Aşk güneşini göremez. Çünkü Aşk ancak insanların bedenlerinde ve gönüllerinde yanan bir ateştir. Asla dünya toprağı ile, arz âlemleri ile bütünleşmez. Sadece insanların gönüllerinde yer edebilir ve insan Sevgiden aldığı kudret ile Aşkın ateşini dönüştürerek toprağa akıtabilir. Eğer bu dönüştürme işlemi gerçekleşmeseydi, aşk ve sevginin enerjisi madde ile tanışamaz ve beslenemezdi. Bu vasıta sadece insana aittir. İnsanın gerçek anlamda asli görevi budur.
"Aşk, kadim olan, önüne ön olmayan Allah'ın sırrıdır. Aşk, ucu kıyısı olmayan muallakta duran bir denizdir. O sonsuz denizin sadece bir damlası ümit Geriye kalan hepsi korkudur."
 Divân-ı Kebir c. IV, 770
Gönül, görünmeyen âlemdeki insana sunulmuş bir nimettir. Gönül, insan ile Âlemlerin Rabbi arasındaki en önemli kontakttir. Gönül bir Nurdur, meleki boyuttan insanın beslenmesidir. Gönül ölümsüz ve diridir, insanın ait olduğu ruha, cevherine ve oradan öze bağlıdır. İnsanın özünden gelen gerçek sesidir. Gönül ölmez, kalp et bedene aittir, topraktır, toprağa geri döner. Ancak Gönül, inci tanesidir, dürredir, ruhtan gelen ince bir tesirle inşam ve oradan da madde âlemini besler. Nurun âleme akışının köprüsüdür.
"Gel daha yakın gel! Biz'den, ben'den vazgeç, gel, gel. Sen'lik ve biz'lik yok oluncaya kadar gel. Ne "sen" kalasın, ne de "biz" kalalım! Kibri ve kendini beğenmeyi bırak da, yere göğe sığmayan o büyükler büyüğüne gönlünde yer ver! Cenab-ı Hakk, ezel âleminde "Ben sizin Rabb'iniz değil miyim" diye buyurdu. Sen de ona; "Evet, Rabb'imiz sensin!" diye cevap verdin. Evet sözün şükrü nedir? Yani o emri nasıl yerine getireceksin? Bu dünyada, şikayet etmeden, Hakk'tan gelen belalara, ıstıraplara sabretmektir. Ses çıkarmamaktır.
 Divân-ı Kebir c. I, 251
Neden yaratıldık, nasıl yaratıldık? Tüm sır işte bu sırda. O ile varlıkları arasında sır vardır, akit vardır. Rab eğitici programı uygular ve tüm insiler, insanoğulları, beşerler de programlanmış ve akit yani anlaşma ile sır'a dahil olmuşlardır. Aynı ile yapılan bir akittir ve sırlarla doludur. Bu sırra ancak diri olanlar vakıf olabilirler. Gönül gözü ile görebilen, akıl yolu ile takip edebilen, aklım ve gönlünü bir kılabilenler, aklın kılavuzluğunda, gönlün kıldan ince kılıçtan keskin Aşk yoluna ulaşmaktır.
Gönüllerde, aşk okundan yüzbinlerce yara var fakat, ortada ne ok görülüyor, ne de yay!
 Divân-ı Kebir C. IV, 1940
Gönül, gizlidir, gizlenmiştir, ancak onu duyabilenlere seslenir. Sesini duyabilen için Aşk ateşi harlamıştır. Kendi gönlünün aşk ateşinin fitilini yakabilen, tennuru ateşleyenler için Aşk yolunda yolculuk başlamış demektir. Diğerleri yani diğer beşerler ancak bu aşk yolunun nimetlerinden, Aşkla Yanan Zatın ifşaları ile faydalanmaktadır.
Hepimiz kendi aşkımıza düşmüşüz; kendimizi seviyoruz, başkasını sevemiyoruz! Bu yüzden, gönülden de olmuşuz; gönülsüz kalmışız! Hepimiz kendi yüzümüze, kendi güzelliğimize dalmışız, hayran olup gitmişiz.
 Divân-ı Kebir c. IV, 1922
Mevlâna, sahip olduğumuz bedenlerimize o kadar düşmüşüz, bu güzellik karşısında öyle bir sahte aşka kapılmışız ki, gönülden de olmuşuz diye açıklama yapmaktadır. İşte bu yüzden, bedende iken kendini beden gören, beden ile bütünleşen insanlar, gönül sesini duyamazlar, Aşk ile Yanan Zatlar hâline gelemezler. Bunun oluşması için, önce gönlün keşfedilmesi ve onurlandırılması gerekmektedir. Çok azı bunu başarmış, ifşalarım dile getirmişler eserlerinde ve biz de bu eserler ile sadece okuyarak yetinmişiz.
Mevlâna da bunu ifade ederken bu aşk meselesinin anlamanın zorluğundan sık sık bahsetmiş, hakikate ulaşmanın ilmin, zekanın işi olmadığını söylemiştir.
Ona göre bu manevi hâl tanımlanamaz çünkü;
"Her iki âlem de aşka yabancıdır. Aşkta yetmiş iki delilik, yetmiş iki divanelik vardır. Aşıkın mezhebi yetmiş iki dinden ayrıdır."
 Mesnevi c. III, 4719
Sır bilmeyenler için, göremeyenler ve gönlü keşfedemeyenler içindir. "Açanlar sırra vakıf olanlardır, ancak ifşa ettiğinde, ya anlaşılmaz ya da yanlış yorumlanırlar. O yüzden tüm Aşkla yanan Aşıklar, bu hissiyatlarım kodlamış, ya da sembolleştirmişlerdir sözlerinde. Oysa tek bir sözleri, kainat bilgisi ile dopdoludur. Bir cümle adeta konsantre bir âlemdir. Yandım demiştir Mevlâna. Ancak yanan anlayabilir ya da o yola giren, o hâlden anlayabilir. Gerisi okur şiir gibi.
Yavaş yavaş, "dem" olaraktan, damla damla akar, her dem yeniden doğaraktan aktarır Mevlâna tüm sözlerini. Aşkın ateşi ile yanan ve bu yangının hissiyatlarım aktarır biz beşer varlıklarına. Sebeplenelim ve uyanışa doğru yol alabilelim diye. Öyle bir zattır ki, kendi geldiği plânım, kaynağını terk ederek, gerilmiş bir yaydan fırlayan ilahi bir ok ile dünyaya inerek, bilgiyi aktararak sonra tekrar Vuslata ererek kavuşmuştur kendi ilahi kaynağına. Işıyıp kaynağına geri dönenlerden olmuştur Mevlâna. Ayrılışın acısını, Aşkın sarhoşluğunu bedeninde hissiyatında hissetmiş, aktarmış şiirsel bir dille. Aşkın sahibinin sevgili kulu olmuş ve her zerrede, her insanda Hakk'ı, hakikati görmüş, milyonlarca boyutu aynı anda gezinerek, hiç kimseyi diğerinden üstün ve alçak görmeden herkese gönül kapışım ardına kadar açabilmiştir.
Aşkta kaybolmayan Aşk ile bütünleşmemiştir. Nereye baksa Hakikati göremeyen Aşkta değildir. Aşk başkalaşımdır, başkalaştırma özelliği vardır Ve bu gerçekleşmemişse, Aşk yolunda değilsindir. Aşkın gücü öyle evrenseldir ki, baktığın her yerde Aşkı görürsün. Aşk, zahiri bedeninden çıkarak kendini bedende olduğun kudreti verir sana. Bedende olduğunu fark ettirir ve bunu fark ettiğin an ölümsüzleşirsin.
Kendinde kendini bulan kişi, Aşk yolundadır, yaşarken ölmüş, Hakkın ipine sıkı sıkı tutunmuştur. Ayakları insanoğlunun üzerine çıkmış, arzın çekim alanından; iğvasından kurtulmuş demektir. Kat edilmesi gereken en zor ancak en huzur verici yola girmiştir. Huzur verir çünkü kendi bedeninde kendini keşfetmiştir.
"Aşkta soru yoktur. Sorarsın "Nerede" diye, ondan ayrı mısındır? Sorarsın "nasıl", ondan farklı mısındır? Sorarsın "neden", onun dışında mısın? Sorarsın "niçin", yargılayacak kadar mesafeli misin? Sorarsın "kim", görecek kadar ikilikte misin? Bütün olduğunla, Bir olduğunla hangi soruyu sorabilirsin? Soru varsa, AŞK'ta değilsin."
( Batıni Mevlana - Kevser Yeşiltaş / Nilüfer Dinç )
 

5 Kasım 2011 Cumartesi

Zirvelerin Ötesinde





Zirvelerin Ötesinde Bitmek Bilmeyen Zirveler


Uyanmak zorundasın. Uyanmak öyle basit bir şey ki, tıpkı sabah uyanmak gibi. Hiç gözlemledin mi...jimnastik yaptığında, bazı egzersizlerde, bazı şarkılarda? Birden uyanıveriyorsun! Gece bitmiştir ve gözlerini açıp yataktan kalkarsın. Manevi uyanışın da bundan farkı yoktur.
20 Nisan 1987, Sabah

Sevgili Osho,
Bu yaşamda bütün bir bilince erişmediğimiz taktirde ta en başından başlamamız ve tüm insanoğlunun evriminden bir kez daha geçmemiz gerektiğini söylediğinde bu bana çok dokundu. Sannyasin olarak edindiğimiz bu anlık ışık görüntüsü, güzellik ve bilinci tamamıyla yitirmemiz mümkün mü?
Antar Ashiko bu çok karmaşık bir soru. Bu hayatta edindiğin her şey seninle kalacak ama bu bir anlık görüntülerle değil, edinimle olur. Ve bu ikisi arasında büyük bir fark vardır. Himalayaların zirveleri binlerce mil öteden bile görünür, bu bir göz atmadır, oysa bu zirvelere ulaşmak bir edinimdir.
Bir göz atmak, edinime doğru ilerlemene yardımcı olur ancak yaşamında bir şey kristalize bir deneyime dönüşmediği taktirde bu yitip gider ve en baştan başlaman gerekir.
Küçük bir fark olacaktır; bilincinde geçmiş yaşamından bir gölge, uzak bir yankı, bir şey görmüşsün gibi bir his kalacaktır. Ve bir göz daha attığın zaman bunun yeni olmadığını, bunu daha önceden bildiğini hissedeceksin. Aksi taktirde yalnızca kristalleşmiş edinimler seninle bilinçli bir şekilde diğer yaşamına taşınır...bilirsin, yalnızca karanlık bir gölge, bilinçaltında uzak bir yankı olarak değil ama bilinçle, bu Himalaya zirvelerinin var olduğunun farkında olursun çünkü o zirvelere çıkmışsındır.
"Sannyasin olarak edindiğimiz bu anlık ışık görüntüsü, güzellik ve bilinci tamamıyla yitirmemiz mümkün mü?" diye soruyorsun. Bundan önceki birçok yaşamında da böyle anlık deneyimler yaşamıştın ve onları yitirdin. Onlar asla senin varlığının bir parçası haline gelmediler; yalnızca güzel anılar olarak kaldılar. Oysa anılar edinim değildir. Bu bir şeyi düşte görmek gibidir; yani doğru da olabilirler, olmayabilirler de.
Bu yüzden şu anda bir şeylerin olmakta olduğunu hissediyorsan bunun bir göz kırpışıyla sınırlı kalmayıp gerçek bir deneyime dönüşebilmesi, varlığının bir parçası haline gelebilmesi için çaba göster. Ancak o zaman seninle bir sonraki yaşamına eşlik edebilir.
Tüm deneyimlerini başka bir yaşama taşımak ve bir dahaki sefere en baştan değil de bir önceki yaşamda bırakmış olduğun yerden başlamak mümkündür. Ama bir göz ucuyla bakma deneyiminin ne kadar kırılgan ve yüzeysel olduğunun farkına var. O anda sana ne kadar dokunmuş olursa olsun, hemen ertesi gün bile böyle bir şeyin gerçekten yaşanmış mı yoksa hayalinde mi olmuş olduğu konusunda şüphe duymaya başlarsın. Ve bundan sonraki yaşam ise çok uzaklardaki bir yolculuktur.
Bu göz ucuyla bakış yalnızca kişiyi kristalleşmeye yönlendiren birer dürtüdür. Bunu öylesine derin bir deneyime dönüştür ki senin bir parçan haline gelsin ve onu unutman veya yitirmen olanaksızlaşsın. Bu göz atmalarla yetinme. Onların tadını çıkar ama aynı zamanda onları yalnızca daha yüce şeylerin gerçekleşeceğine dair birer gösterge olarak kullan.
Bir şeyi uzaktan görmekle ona dönüşmek tamamıyla farklı durumlardır. Göz ucuyla bakılan bir aşk birkaç saniye içinde geçip giden bir meltem gibidir; göz ucuyla bakılan bir sessizlik bir anlığına kokusunu duyduğun bir gül gibidir ve bir an sonra onun nereye gittiğini bilmezsin.
"Deneyimini kristalleştir" dediğimde güzel bir şekilde de olsa göz ucuyla bakmanın yeterli olmadığını kast ediyorum. Bu iyidir ama yeterince değil. Sen o gül kokusunun kendisi olmalısın; göz atmak yalnızca o olasılığı gösteren bir oktur: görevini tamamlamıştır ama sen orada kalmışsın. Geçmiş yaşantında da birçok kez güzel deneyimlerle karşı karşıya kaldın oysa şimdi geçmiş yaşantıların var olup olmadığını bile bilmiyorsun. Yalnızca arada birbiriyle karşılaştığında çok tuhaf bir hisse kapılıyorsun, neredeyse saçma, sanki bu insanı daha önce görmüşsün gibi; hem de kesinlikle bu yaşantında değil. Bir yere gidiyor ve sanki oraya daha önce gitmişsin gibi —kesinlikle bu yaşamda da değil— şaşırıyorsun. Sanki her şey bildik görünüyor ama bilinçaltında uykuda bekliyormuş gibi...
Yaşam öyle bir işleyişe sahip ki kişi öldüğü zaman aydınlanmamış olduğu taktirde neredeyse bilinçsiz hale gelir; ölüm gerçekleşmeden önce komaya girer. Bu yüzden ölüm hakkında hiçbir şey bilmez ve yeniden doğana kadar da bu koma halinde kalır. Ana rahminde geçen tüm o dokuz aylık zaman da bir koma halidir; çocuk dokuz ay boyunca yirmi dört saat derin uykudadır.
Nadiren birisi bilinç içinde ölür. Bunu yalnızca ölüm yolunun gelmekte olduğunu bilen çünkü o yolda defalarca yürümüş olan —bu ikisi aynı yoldur— büyük meditasyoncular gerçekleştirebilir. Kişi meditasyonun derinliklerine indikçe bedenini, zihnini, yüreğini çok gerilerde bırakır ve geriye yalnızca bütünüyle ayık ve bilinç dolu güzel bir sessizlik kalır.
Öldüğün zaman da aynı şey gerçekleşir. Eğer meditasyon yapmışsan ölüm yeni bir deneyim olmayacaktır. Meditasyon yaparken her gün ölmekte ve tekrar yaşama dönmekte olduğunu şaşırarak göreceksin. Böyle bir kimse büyük bir bilinç içinde ölür ve ölümün ne olduğunu bilir ve ana rahminde de bilinçli kalır. Doğduğunda da bilinçlidir. Dünyadaki ilk anından itibaren önceki yaşantısında neler olup bitmiş olduğunu bilir, anımsar. Böyle birçok çocukla karşılaştım....Bu özellikle de Hindistan için geçerli.
Hindistan'ın dışında, Hıristiyanlığın, Museviliğin veya İslam'ın baskın olduğu yerlerde zihin tek bir yaşam olduğuna dair şartlanmıştır. Onlar meditasyondan habersizdir. Meditasyonun yerine duayı koymuşlardır oysa dua kurgusal bir Tanrıyı yüceltmektedir ve çok çocukçadır.
Meditasyonun Tanrıya ihtiyacı yoktur; sen yeterlisin. Sen bir gerçekliksin ve kendi gerçekliğini en derinine kadar araştırıyorsun.
Hindistan'da tüm dinler bir noktada anlaşmıştır; felsefede ve diğer her konuda ayrılırlar ama bir konuda hemfikirdirler; yaşam süreklidir ve ölüm milyonlarca kez yaşanır. Ölüm yalnızca bedenin, evin değişmesidir ve sen tamamen aydınlanana kadar bu böyle sürüp gider. O zaman yeni bir rahme girmeye gerek kalmaz çünkü yaşam bir okuldan, eğitimden ibarettir ve sen bunu tamamlamışsındır. Aydınlanman varoluşa dair bu eğitimin en üst noktasıdır. Artık yeni bir bedene girmeye ihtiyacın kalmamıştır. Artık evrenin kendi rahmine girebilirsin, buna hazırsındır.
Bu yüzden ne zaman anlık bir deneyim yaşasan bununla yetinme. Aslında bu anlık göz atma içinde tatmin değil tam tersine büyük bir tatminsizlik uyandırmalı. Bu uzaktan gördüğün bir şeyin gitgide daha yakınına varmaya dair bir özlem olmalı. Yakından bile olsa onu yalnızca görmek değil, o olmak istersin.
Aşk olabilirsin, sessizlik olabilirsin, bu deneyimlerin tümü olabilirsin: güzellik, ışık, bilinç. Bunlar senin olamayacağın şeyler değil, bunlar senin potansiyelin.
Bu yüzden göz atarken en son noktaya kadar at.
Kristalleşmeden kastım budur.
Kristalleşme gerçekleştiğinde, bir kez kendini aşk, ışık, bilinç olarak tanıdığında artık unutmak gibi bir sorun söz konusu değildir. Artık bu deneyimler seninle gelecektir. Ve gelecekteki yaşamında daha da ileri gidecek, bu deneyimlerin de ötesine; bilinçten süper bilince geçeceksin. Oysa göz atmakla yetinirsen gördüklerinin silinme tehlikesi vardır. Ölüm öyle büyük bir şok, bir ameliyat, öyle uzun bir komadır ki uyandığında tüm bu göz attıklarını unutmuş olursun.
"Birisi bisikletimi çalmış" diye sızlandı rahip papaz arkadaşına.
"O zaman yarın vaaz sırasında on emirden bahseder ve 'çalmamalısın' emrine geldiğin zaman cemaate dikkatle bakarsan suçluyu bulursun. Ona öne çıkmasını söyle. Ona bunu itiraf etmesini ve bunun Tanrının affına sığınması için bir fırsat olduğunu söyle" dedi papaz kendine güvenerek.
Ertesi gün rahip papazı ziyarete gittiğinde mutlu bir ifadeyle bisikletini bulduğunu söyledi. "Evet" dedi, "aldatmamalısın" emrine geldiğimde bisikleti nerede bıraktığımı hatırladım."

Sevgili Osho,
Duygularımı sözcük ve imgelere dökmemin nedeni yalnızca onlardan kurtulmak istemem olabilir mi? Sonsuz bir susuzlukla senin huzuruna gelip, enerjiyle dolduktan sonra bu mutlak paylaşma ihtiyacının altında ezilmemin nedeni yalnızca bundan kurtulmak istemem olabilir mi? Bu paylaşma dürtüsünün yalnızca benim yanılsamam veya kaçış yöntemim olması olası mıdır? Birisi bana kendime karşı daha cömert olmam gerektiğini söyledi. Peki kendime karşı cömert davranmanın bildiğim tek yolu paylaşmaksa ne yapabilirim? Yoksa başka bir yol öğrenmemin zamanı geldi mi? Lütfen bana rehberliğinde ışık tut.
Sarjano, senin yaşadığın ve yaptığın şey çok doğru. Deneyimlerini, enerjini, sevgini ve mutluluğunu paylaşmak onlardan kaçmak veya kurtulmaya çalışmak demek değildir. Tam tersine ne kadar çok şey paylaşırsan o kadar çok şey kazanırsın.
Bu sıradan ekonomiye benzemez. Sıradan ekonomide paylaştıkça kaybedersin; manevi ekonomide ise paylaştıkça kazanırsın. Sıradan ekonomide cimri olman gerekir, ancak o zaman zengin olabilirsin...biriktirir, asla paylaşmazsın. Manevi ekonomide ise cimri davranırsan elindekini de yitirirsin. Elde ettiklerin ancak paylaştığın sürece canlı kalabilir; bu yaşayan bir deneyimdir. Paylaşıldıkça dinamik hareket sürer.
Genç bir adam piyangoda! büyük ikramiyeyi tutturduğu için çok mutluydu. Yol kenarında oturan bir dilencinin yanında arabasını durdurdu. Dilenci her gün orada olduğu halde adam daha önce durmadan geçiyordu. Oysa bugün farklı bir gündü. Dilenciye yüz rupi verdi ve dilenci büyük bir kahkaha attı.
Adam, "Anlamıyorum, niye gülüyorsun?" diye sordu.
Dilenci, "Hatırladım da...benim de eskiden kendi arabam vardı ve senin gibi cömerttim. Gülüyorum çünkü sen de bir gün benim oturduğum yerde oturacaksın. Fazla cömert davranma! Benim yaşadıklarım sana ders olsun" diye yanıt vermiş.
Sıradan tasarrufta birine bir şey verdiğin anda o ölçüde kayıptasındır. Oysa sevgi vererek sevginin azaldığını hissettiğin oldu mu? Ya da neşeni paylaştığında neşenin biraz olsun eksildiğini hissettin mi?
Bunu gözlediysen şaşırabilirsin: paylaştığında neşen biraz daha artacak; sevgini verdiğinde sevgi kaynakların daha akışkan hale gelecek, daha tatlı birine dönüşeceksin. Sırf kendini dostlarınla paylaşmak için dans ettiğinde, bir şey yitiriyor değil, kazanıyor olacaksın.
Sarjano başkalarını dinleme. Onlar yalnızca sıradan tasarruftan anlarlar. Vermenin paylaşım anlamına geldiği ve vermemenin de son derece yıkıcı olduğu daha yüce bir tasarruftan habersizdirler.
Ne kadar çok verirsen o kadar çok alacaksın ve ne kadar az verirsen, sende de o kadar az kalacak. Ve hiçbir şey vermezsen, hiçbir şeye de sahip olamayacaksın.
Ama sana bunun doğru olmadığını söyleyenler, kafanda yaptığının doğru mu yanlış mı olduğu konusunda bir sorun oluşmasına neden oluyorlar. Yaptığın kesinlikle doğru. Bunu daha büyük bütünlükle, hiç duraksamaksızın, hiç bir şeyi sakınmaksızın yap. Başkalarını dinleme. Kendi deneyimine kulak ver, kendi deneyimini gözlemle, bir şey verdiğinde bir şey yitiriyor musun yoksa kazanıyor musun? Belirleyici olan bu olmalı, başkalarının söyledikleri değil. Başkalarının önerileri tehlikelidir.
Eisenberg ailesi Roma'ya taşındığında küçük Hymie okuldan eve gözyaşlarıyla dönmüştü. Okuldaki rahibelerin sürekli Katolik soruları sorduğunu ve kendisi gibi iyi bir Musevi oğlanın bu soruların yanıtlarını bilemeyeceğini annesine açıklamış.
Bayan Eisenberg'in yüreği anne şefkatiyle kabarmış. "Hymie" demiş, "Soruların yanıtlarını gömleğinin içine nakışla işleyeceğim. Böylece bir daha rahibeler seninle uğraştığı zaman gömleğinin içine bakıp yanıtları okuyabilirsin."
"Sağ ol anne" demiş Hymie ve Rahibe Michele dünyanın en meşhur bakiresi kimdir diye sorduğunda hiç düşünmeden, "Bakire Meryem" diye yanıt vermiş.
"Çok iyi" demiş rahibe. "Peki onun kocası kim?"
"Joseph" diye yanıt vermiş oğlan.
"Bakıyorum çalışmışsın. Şimdi de bana oğullarının ismini söyleyebilir misin?"
"Tabi" demiş Hymie, "Calvin Klein."

Sevgili Osho,
Bana göre akşam konuşmasından sonra bizimle yaptığın muhteşem dinamik meditasyon versiyonu yaşamış olduğum en enerji yükleyici deneyimlerden birisi. Senin tüm sevgililerin enerji yayıyor ve her şey titreşiyor. Enerji dalgalarımızla dev bir radyo anteni gibi yayın yapıyormuşuz gibi hissediyorum. Bu ışıltı uzaydan bile görülebiliyor olmalı. Osho bu kez de uyanamazsak o zaman ne olacak? Yoksa elinin altında daha da yüksek sesli çalar saatler mi saklıyorsun?
Premda bu kez uyanmaman neredeyse olanaksız. Seni uyandırmak için gereken her şeyi yapacağım. Buz gibi sular hazırladım; seni yataktan çıkarıp bir güzel dövecek insanlar hazırlıyorum.
Her durumda uyanman gerek çünkü bu benim için son sefer. Ben bir daha geri gelmeyeceğim ve bu yüzden de elimden gelen her şeyi yapmak zorundayım. Bu fırsatı kaçırman talihsizlik olur çünkü kafana —kafatasına ne olacağını bile düşünmeden ama bir şekilde ayağa kalkıp gözlerini açacağın bilinciyle— bu kadar sert bir darbe indirebilecek; katı ve acımasız olabilecek denli çok seni seven birinin bir daha ne zaman karşına çıkacağı hiç belli olmaz.
Ustalar geçmişte öğrencilerini uyandırmak için tuhaf şeyler yapmıştır. Bir Zen ustası olan Fui Hai'nin büyük bir manastırı vardı. Manastır sağ ve sola ayrılan iki kanattan oluşuyordu ve ortada da onun kulübesi yer alıyordu. Çok güzel bir kedisi vardı ve manastırdaki tüm rahipler tarafından çok seviliyordu. Manastırda beş yüzü bir kanatta, diğer beş yüzü de diğer kanatta yaşayan neredeyse bin tane rahip vardı. Ve sürekli, özellikle de usta orada olmadığı zamanlarda kendi aralarında kavga ediyorlardı. Kavga etmenin nedeni kediydi; onu kim alacaktı?
Sağ kanatta yaşayanlar, "Kedi bize ait çünkü biz sizden daha uzun zamandır buradayız" diyorlardı. Bu doğruydu, önce sağ kanat yapılmış, sol kanat daha sonra eklenmişti. Ama sol kanatta yaşayanlar, "Sizin kanadın önce yapıldığı doğru ama o zaman kedi de yoktu. Kedi sol kanat yapılırken geldi. Bu yüzden de bize aittir" diye itiraz ettiler.
Bu sonu gelmeyen bir çekişmeydi ve kedi bir kanattan diğerine taşınıp duruyordu ve usta da bu durumdan, her gün duyduğu şikâyetlerden fena halde sıkılmıştı.
Bir gün tüm rahipleri topladı. Yalnızca bir rahip orada değildi çünkü manastırın alışverişlerini yapmak için şehre inmişti.
Usta, "Bugün iki kanat arasında süregelen bu tartışmaya bir nokta koyacağım" dedi. Eline bir bıçak alıp, "Ya bu kedinin hangi kanada ait olduğunu söyleyip hayatını kurtarırsınız ya da onu ortadan ikiye kesip aranızda paylaştırırım. Bunun başka bir çözüm yolu yok, onu bölmek gerek" dedi.
Hepsi kediyi çok seviyordu, hepsi onun kendi kanatlarında durmasını istiyordu...hepsi sessiz kalmıştı.
Ustaları şöyle dedi, "Aranızdan birisi anlayış ve meditasyonun derinliğini gösterecek bir şey yapabilirse, kedi onun olacak ve o hangi kanatta yaşıyorsa kedi de orada kalacak. Gösterin kendinizi. Kedinin hayatını kurtarabilirsiniz, yoksa işi bitti."
Ama herkes ustayı kandırmanın olanaksız olduğunu biliyordu. Onun gözleri öylesine açıktır ki, onun karşısında büyük bir meditasyoncuymuş gibi davranamazsın; bu yüzden kimse öne çıkmadı. Kediyi ikiye böldü ve iki kanata da birer yarısını verdi. Herkes çok mutsuz oldu; kedinin yarısı ne işlerine yarayacaktı? Usta da üzülmüştü çünkü bin tane rahibin içinden kediyi kurtaracak bir şeyler yapabilecek tek bir adam bile çıkmamıştı.
O anda, usta üzüntü içinde otururken ve tüm manastır üzüntüye boğulmuşken manastırın dışında olan adam şehirden geri döndü. Olup bitenleri öğrenmişti, ortalık kan içindeydi, kedi ölmüş ve iki kanata bölüştürülmüştü.
Ona, "Ustamızın bu kadar acımasız ve katı olabileceğini hiç düşünmedik; o son derece sevecen ve şefkatli bir insan. Ama onu suçlayamayız çünkü bize bir şans tanımıştı" dediler.
Ama adam ustanın karşısına geçip ona sert bir tokat attı. Usta gülerek, "Sen burada olmuş olsaydın zavallı kedi de hayatta olurdu" dedi. Sen meditasyon hali içinde olduğunu gösterdin. Meditasyonun olmaksızın ustanı tokatlayamazsın, ustaya vurabilmek için bedeninin sen olmadığını bilmen gerekir, aynı şekilde ustanın bedeni de usta değildir. Ustaya değil yalnızca onun bedenine vuruyorsun ki benim yaptığım da budur. Ben kediyi değil yalnızca onun bedenini kestim. Kedi hâlâ yaşıyor, başka bir yerde doğmuştur bile. Ama sen biraz geç geldin."
Başka bir Japon Zen ustası olan Lin Chi hakkında bir Zen öyküsü daha vardır: Öğrencilerinden birine meditasyon yapması için geleneksel bir Zen koanı vermişti; tek elden çıkan alkış sesi üzerine meditasyon yap. Şimdi bu çok anlamsız bir şeydir. Tek el alkışlayamaz ve ses de çıkaramaz. Alkış olmayınca ses çıkma olasılığı da yoktur. "Bunun üzerine meditasyon yap ve tek elin alkış sesini bulduğun zaman gel ve bana bildir."
Genç adam bahçeye çıktı ve bir ağacın altına oturarak elinden geldiğince tek elin alkış sesini düşünmeye çalıştı. Aniden bambu korusundan bir kuş sesi duydu ve, "Bu o ses olmalı!" dedi. Koşarak ustasına gitti. "Buldum, bu bambu ormanındaki kuş sesidir" dedi.
Usta ona sert bir tokat patlatıp, "Aptallık etme bir dahaki sefere biraz daha akıllı davran. Şimdi git meditasyona geri dön" diye yanıt verdi.
Her gün geliyordu ve gitgide durum şöyle bir hal almıştı; bazen geldiğinde rüzgârın çam ağaçlarının arasından eserken çıkardığı sesi duyup belki budur...veya bazen suyun akma sesini duyup, belki budur... veya bazen bulutlardaki şimşeklerin sesini duyup belki budur diye düşünüyordu. Yavaş, yavaş bu rutin bir hal aldı. Usta artık ona bir şey sormadan içeri girer girmez tokat atıyor ve sonra "Git meditasyona geri dön" diyordu.
Rahip, "Daha ne söyleyeceğimi bile duymadınız" dediğinde usta, "Ne söyleyeceğini biliyorum. Git ve biraz daha meditasyon yap" diye yanıtlıyordu. Rahip diğerlerine "Artık bu kadarı da fazla. Önceleri en azından vereceğim yanıtı dinlerdi, artık yanıtın yanlış olacağını varsayıyor!"
Ama bir gün gelmedi. İki gün geçti, yedi gün geçti....Usta onun altında oturup meditasyon yaptığı ağaca gittiğinde rahibin orada mutlak bir sessizlik içinde oturmakta olduğunu gördü.
Usta onu sarsıp, "Sonunda bu sesi duydun" dedi. "İşte tek elin alkış sesi budur, bu sessizliktir....Peki niye gelip bana haber vermedin?"
Rahip, "Bu sessizlik öylesine tatlı, öylesine mutluluk vericiydi ki her şeyi unuttum" diye yanıt verdi. "Yanıtlarımı asla dinlemediğiniz ve bana sert tokatlar attığınız için size minnettarım. Sıradan insanların algılayabileceğinden öte bir şefkate sahipsiniz."
Bu yüzden Premda, başkalarını kafana takma, seni rahatsız etmelerine izin verme. Uyanman gerek. Ve uyanmak son derece basit bir şeydir; her sabahki uyanışın gibidir. Hiç gözlemledin mi...jimnastik hareketleri yaparken, egzersiz yaparken, şarkı söylerken bazen uyanıverirsin! Gece sona ermiştir ve gözlerini açıp yataktan dışarıya atlarsın.
Manevi uyanış da bundan farklı değildir. Manevi olarak uykuda olduğunu bir kez anladığında sorun da çözülmüş olur. İnsanlar manevi olarak uykuda olduklarını düşünmezler ve bu yüzden de uyumaya devam ederler. Manevi olarak uykuda olduğunu bir kez anladığın zaman uyanmak basit bir iştir. .
En zor olan şey varlığının derinlerinde bir uyku hali, bir bilinçsizlik olduğunu kabullenmektir. Burada yapılan tüm meditasyonlar seni sarsmak, uykuda olan o bilincin artık daha fazla uykuda kalamayacağı, uyanmak zorunda olacağı bir noktaya gelmesini sağlamaktır.
Bu basit bir anlayış meselesidir:
Şu anda uyanabilirsin!
Sessizlik kâfidir.
Balayının ilk gecesinde Brigitte yatakta yatarken Pat tamamen giyinik bir şekilde koltukta oturuyordu. "Neden yatağa gelmiyorsun?" diye sordu Brigitte.
"Annem bu gecenin hayatımın en heyecanlı gecesi olacağını söyledi" dedi Pat. "Ve uyuyarak hiçbir şey kaçırmak istemiyorum."
Yanlış anlamak çok kolaydır.
Anlamak da çok kolaydır.
Hepsi sana bağlıdır. Uyanmaya hazır mısın? O zaman hiçbir şey seni alıkoyamaz ve herhangi bir yöntem de gerekmez. Ama uyanmaya hazır değilsen de hiçbir yöntem sana yardım edemez. Hayatını bir uyurgezerin hayatı olarak görmeli, yaptıklarını, kavga edişini, daha önce söylemiş olduğu ve her defasında diğer insanların öfkelenmesine, rahatsız olmasına neden olmuş sözleri hep uyur vaziyette söylediğini görmeli.
Bu, hayatını izlemekle ilgilidir. Uyanık bir insanın hayatı mı bu? Uyanık olan biri tüm dünyanın davranmakta olduğu gibi davranabilir mi?
Öfkelendin ve bin kere bundan üzüntü duydun ve yine de defalarca daha öfkeleneceğin ve defalarca daha bundan üzüntü duyacağına aklın bir türlü ermiyor. Yapmakta olduğunu tamamıyla uyanık bir şekilde yaptığın söylenemez. Yaşamın daha çok bir robotun hayatı gibi; yalnızca mekanik eylemleri yerine getiriyorsun. Acı çekiyor ve değişmeye karar veriyorsun ama değişme zamanın geldiğinde bunu tamamen unutuyorsun.
Değişik yerlerde vaaz veren, vaazının temelinde İsa'nın Dağdaki Vaazındaki öğretiyi kullanan bir Hıristiyan rahibin hikâyesini duymuştum. Birisi bir yanağına tokat attığında diğer yanağını uzatman gerektiğini tekrar, tekrar söyleyip duruyordu.
Adamın biri bunu o kadar çok dinlemişti ki sonunda sıkılmıştı. Bir gün rahip bunu tekrarlarken ayağa kalkıp gidip ona bir tokat attı. Rahibin gözlerinde büyük bir öfke vardı ama kalabalığa bakıp senelerdir söylemekte olduğu şeyi hatırladı ve içinden bu geri zekâlının bir daha vurmayacağını umarak öbür yanağını uzattı. Ama adam da nevi şahsına münhasır bir bireydi ve bu kez daha da sert bir tokat attı!
O anda ortalık karıştı; rahip adamın üzerine atlayıp ona vurmaya başladı. Adam, "Ne yapıyorsun? Bu yaptığın öğütlerine ters düşüyor. Tüm vaazlarını dinleyip durdum" dedi.
Rahip, "Bütün vaazları unut. İsa yalnızca 'Öteki yanağını da uzat' dedi. Üçüncü bir yanak daha olmadığına göre artık özgürüm. Şimdi sana göstereceğim..." dedi.
Ama adam, "Öteki yanağı uzatmak kin tutmamak demek" diye üstelemiş.
Rahip, "Bütün bu saçmalıkları unut! Öteki yanağını uzat, öteki yanağını uzat demek ve üçüncü bir yanak da yok. Beni tamamen özgür kıldın ve ben şimdi sana gerçek bir ders vereceğim" diye yanıt vermiş.
Oysa bütün hayatı boyunca vaaz vermekteymiş....ama büyük olasılıkla bunu uykusunda konuşur gibi yapıyor, söylediği sözlerin ve davranışlarının anlamının içine işlemesine izin vermiyormuş.
Gurdjieff babasını anımsar. Gurdjieff dokuz yaşındayken babası ölmüştü ve çok nadide biri olmalıydı. Gurdjieff'i yanına çağırıp "Ben ölüyorum ve sana miras olarak bırakabileceğim bir şeyim yok. Seni yoksul ve yetim bırakıyorum. Yalnız sana vermek istediğim bir tavsiye var, bana da babam bu tavsiyeyi vermişti. Bu tavsiyenin bir babanın oğluna verebileceği en zengin şey olduğunu gördüm. Sen çok küçüksün, bunu belki anlayamazsın. Sadece bunu hatırla; kısa bir zaman sonra sen de anlamaya başlayacaksın ve anlasan da anlamasan da buna göre hareket et. Şimdi can kulağıyla beni dinle ve söylediklerimi tekrar et" dedi.
Bu basit bit tavsiyeydi. Birisi hakaret ettiğinde, küçük düşürdüğünde, incittiğinde hemen tepki göstermemesini salık veriyordu. O kişiye, "Yirmi dört saat beklemen gerekiyor, sana ancak o zaman yanıt vereceğim. Bu benim için kutsal bir şey; bu benim ölüm döşeğindeki babama verdiğim sözdür" demen gerekiyor. Yirmi dört saat bekledikten sonra o kişiye geri dönüyorsun. O yirmi dört saat içinde onun haklı olduğunu veya olmadığını ama tartışmanın da tamamen aptalca olduğunu görüyorsun. O yirmi dört saat sana daha dikkatli olabilme şansı veriyor, insanlar anında tepki gösteriyorlar; farkındalık için yeterli zaman olmuyor. Makineler gibi tepki veriyorlar. Karşındaki kişinin haklı olduğunu görürsen gidip ona teşekkür et. Haksız olduğunu gördüğünde de gitmeye gerek kalmıyor veya gitmek istiyorsan da gidip, "Yanlış anlamışsın gibi görünüyor" de.
Gurdjieff hayatının ilerleyen yıllarında şöyle diyordu, "Ölmek üzere olan babamın verdiği bu basit tavsiye tüm yaşamımı dönüşüme uğrattı çünkü bana belli bir farkındalık, belli bir uyanış sağladı. Hiçbir şeyi anında, hemen yapamıyordum. Yirmi dört saat beklemek zorundaydım. Ve yirmi dört saat boyunca kızgın kalamıyorsun."
Uyanık bir adam tüm insanlıktan —ki onlar derin uykudadır— farklı davranır.
Benim öğretmenlik yaptığım üniversitede çalışan bir meslektaşım bana, "Neredeyse yirmi dört senedir sigarayı bırakmaya çalışıyorum" demişti.
Ona, "Bu sigarayı bırakmak için fazla uzun bir süre. Bana bir sigara ver de hemen şimdi onu bırakayım" diye yanıt vermiştim.
"Benimle alay etme" dedi. "Sigarayı bırakmak için çok çaba gösteriyorum ve bazen birkaç saat, hatta birkaç günlüğüne içmeden durabiliyorum. Ama sonunda yine dayanamayıp başlıyorum. Artık onunla savaşmayı da bıraktım; bunun hiç anlamı yok; yirmi dört yıldır savaşıyorum."
Ona, "Sen yaşamın basit kurallarını algılayamamışsın" dedim. "Sen uyuyorsun ve insan uykudayken karar alamaz, kararını uygulayamaz. Benim bir önerim var o da sigarayı daha bilinçli bir şekilde içmen" dedim.
"Ne, sigara mı içeyim? Ama ben bırakmaya çalışıyorum" diye yanıt verdi.
"Söylediğime kulak ver, daha bilinçli iç diyorum " dedim. "Paketi cebinden son derece yavaş ve bilinçli bir şekilde çıkar. Sigarayı yavaşça paketten çek; acele etme. Sigaraya her açıdan bak, ağzına koy ve bekle. Aceleye hiç gerek yok. Filmlerdeki ağır çekim sahneler gibi ağır çekimde hareket et".
"Peki bu ne işe yarayacak?" diye sordu.
"Onu sonra göreceğiz....sonra çakmağını al ve bak" diye devam ettim.
"Sen benimle alay ediyorsun. Bunlar ne işe yarayacak?" diye sordu yine.
"Dinle...Yirmi boyunca kendi yönteminle sigara içmişsin, yirmi gün boyunca da benim yöntemimle iç. Çakmağa bak sonra sigarayı yak ve olabildiğince yavaş içmeye çalış. Dumanın içine girişini ve çıkışını izle" dedim. Bu en eski meditasyon yöntemi Vipassana'dır. Bu yöntemin bir gün sigara ve çakmakla uygulanacağı Gautam Buda'nın aklına gelmemiş olabilir ama onun için bir şeyler ayarlamam gerekti.
O Vipassana yerine bunu yapacaktı. "Peki denerim, yirmi gün fazla uzun değil" dedi.
Ama ikinci gün bana gelip, "Çok tuhaf. Her şeyi bu kadar yavaş yapmak beni son derece dikkatli yapıyor; sigara içerken dumanın içime girmesini ve dışarı çıkmasını izlerken şimdiden öylesine bir sükûnete kavuştum ki neredeyse yüzde elli daha az sigara içiyorum." dedi.
"Yalnızca yirmi gün bekle" dedim.
"Yirmi gün süreceğini bile sanmıyorum. En fazla beş gün içinde biter" dedi.
"Bitirmek için bu kadar acele etme çünkü içinde sigaraya tutunup bırakamayan herhangi bir şey bile kalsa yeniden başlamana neden olacaktır. Bu yüzden çok ağırdan al, aceleye gerek yok, bir zararı da yok. Önemli değil; en fazla iki yıl erken ölürsün. Ama zaten o iki yılı yaşasaydın ne yapacaktın? Sadece biraz daha fazla sigara içecektin! Bu yüzden hiç zararı yok; zaten dünya nüfusu çok fazla ve insanların diğerlerine yer açmak için biraz erken ortadan yok olmaları çok sevecen bir davranış" dedim.
"Tuhaf bir adamsın" dedi. Ve dördüncü günden sonra bana gelip, "Artık elim cebime giderken nerden geldiğini bilmediğim bir şey beni durduruyor. Bilemiyorum. Bütün bir gün boyunca sigara içmedim çünkü ne zaman bir sigarayı almayı denesem paketi çıkaramıyorum. Bunun sırrı nedir?"
"Bunun sırrı filan yok" dedim. "Yalnızca bilinçli bir şekilde, farkındalıkla sigara içmeyi öğrendin. Ve hiç kimse farkındalıkla sigara içemez çünkü sigara içmek bir günah değil, yalnızca aptallıktır. Uyanık ve farkında olduğun zaman o kadar aptal olmazsın. Temiz hava dururken, güzelce nefes alabilecek, derin derin temiz havayı ve çiçek kokularını içine çekebilecekken nefesini kirletmek, onu nikotinle kirletip ciğerlerine zarar vermek için bir de üstüne para ödemek zorundaysan tam bir aptal olman gerek."
Premda insanlar derin uykudalar; açık gözlerle horlamıyor oluşlarına şaşmak gerek.
Kral Arthur iki yıl sürecek olan bir ejderha avına çıkmadan önce Bilge Merlin'e Guinevere için kendisi yokken takmak üzere bir bekaret kemeri yapmasını buyurdu. Merlin çok sıradışı bir tasarımla geri döndü; normalde en çok korunmuş olması gereken bölgede büyükçe bir boşluk vardı.
"Bu saçmalık" dedi Arthur. "Bu kemer işe yaramaz."
"Evet yarar" dedi Merlin ve sihirli değneğini açıklığa soktu ve aniden giyotine benzer bir bıçak inip değneği ortadan ikiye böldü.
"Dahiyane!" diye bağırdı Arthur. Guinevere'ye kemeri giydirdikten sonra ejderhaları doğramak üzere huzur içinde yola koyuldu.
İki yıl sonra geri döndüğünde Arthur'un ilk işi Yuvarlak Masa şövalyelerini toplayıp, özel bir taktik için kraliyet doktoruna göndermek oldu. Yuvarlak Masanın bir tanesi dışındaki tüm üyelerinin kesikler, yara-bereler ya da sıyrıklarla dolu olduğunu öğrendikçe hiddetli bakışları keskinleşti. Sir Lancelot günahsızdı.
Arthur onu hemen yanına çağırdı ve en iyi şövalyesine gülümsedi. "Sir Lancelot, siz ben ejderhaları doğrarken, benim kadınımın namusuna tecavüz etmemiş olan yegâne şövalyesiniz," diye buyurdu. Siz Yuvarlak Masanın şerefini yücelttiniz ve sizinle gurur duyuyorum. Ödüllendirileceksiniz. Krallıktan ne dilerseniz sadece söyleyin yeter. Dileğinizi bildirin Sir Lancelot."
Ancak, Sir Lancelot'un sesi çıkmadı...
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho

18 Ekim 2011 Salı

Hozan Beşir Feryadı İsyanım


Hiç tanımadan özlüyorum SENİ…


Hiç tanımadan özlüyorum SENİ…


Bana göre erkendi beki de. Puslu bir sabaha uyandı gözlerim. Zor bir rüyanın terleri yine yüzüm de. Her gece aynı rüyayı görüyorum. Ellerim sımsıkı, avuçlarım ıslak. Kulağımda hep aynı ses, çığlık gibi, eyvah gibi… Boş sokaklar, evler, merdivenler, kapılar ve bir oda. Hangi sokağa girsem, hangi evin merdivenlerini çıkıp hangi kapıya uzansa elim, hep aynı oda karşımda. O odaya salıyorum bedenimi, kokumu bırakıyorum duvarlarına, elimi sürüyorum. Elimi sürdüğüm yerler dile geliyor sonra. Bilmediğim bir dil, anlayamadığım bir sancı içimde. Yeniden gözlerimi sımsıkı kapatıyorum, başka bir rüyaya kaçıyor gözlerim.

O dağın başındayım az sonra; sessiz, rüzgârlı, soğuk, içim üşüyor en çok. Sonra yürüyorum uçurumun kenarına. Ayaklarım kekiklere sürtüyor, ben bastıkça toprağa rüzgâr kekik kokuyor. Şimdi o uçurumun kıyısındayım. Aşağısı bulanık bir deniz. Dalgalar ısırıyor kayaları dişleriyle. Uçsam diyorum, hemen şimdi buradan salsam kendimi, uçsam. Sonra düşüyorum ben, tamda aynı yerde uyanıyorum her defasında. Avuçlarım ıslak, yüzüm terli…

Bir hışımla kalkıyorum yatağımdan.Sonra susmayı öğreniyorum yavaş yavaş. Susarak özlemeyi, sessizce sevmeyi, dokunmadan hissetmeyi belki de… Sonra sen coşkun bir nehir oluyorsun gözlerimde, önüne gelen her şeyi alıp götüren, asi, hırçın ve birazda yorgun… Korkuyorum önünde durmaktan. Oysa ben bir yapraktım o ağacın dalında. Sıkı sıkı tutunmuştum dallarıma. Gölgedeydim çoğu zaman ama şikâyet etmemiştim. Bir rüzgâr istememiştim beni önüne katıp başka iklimlere savuran. Kıyıdan bakıyorum sana. Öyle büyük okyanuslara varışını izliyorum uzaktan. Susarak ve birazda ağır yenilgiler alarak belki de seviyorum seni. Dilimde bölünüyor adın. Yudum yudum yutuyorum yokluğunu. En çokta özlüyorum.

Hiç tanımadan özlüyorum.

Ne garip!!!

Hiç tanımadan özlüyorum seNi…


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/blogs/blog8562-hic-tanimadan-ozluyorum-seni.html#ixzz1b7gq78GW

26 Mayıs 2011 Perşembe

Zerdali

Malatyadan tüm türkiyeye 48 saat'te adrese ürün teslim edilir
4223264706 nolu telefondan bize ulaşabilirsiniz web adresimiz . www.zerdalikuruyemis.com
Kuru Kayısının Faydaları Yararları

Kuru kayısı kalp kaslarını çalıştırıyor 

Kuru kayısı hem besleyici hem de potasyum açısından çok zengin bir besin. Kayısı, sindirim sorunlarına iyi geliyor, stresi ve kansızlığı önlüyor. İçerdiği A vitamini cilt bozukluklarının tedavisinde etkili. Ayrıca kuru kayısı, büyümeye yardımcıdır. Görme fonksiyonlarını güçlendirir, şeker hastalığının gelişimini engeller, bağışıklık sistemini korur. İçerdiği potasyum sayesinde kalp kasları ve sinirlerin iyi çalışmasını sağlar. Kayısı lifli bir meyvedir kanserden korur. Her sabah aç karnına yenilen 5-6 adet kuru kayısı kabızlığı önler.



9 Ocak 2011 Pazar

KENDİNİ TANIMAK

KALP SANATI

Sevgi Potansiyelini Beslemek







-TEŞHİS-



Fazlasıyla kafaya takılmış haldeyiz. Tüm eğitimimiz, tüm uygarlığımız kafaya takılmış durumda çünkü kafa teknolojik alanda çeşit çeşit ilerlemeler sağladı ve biz her şeyi bundan ibaret sanıyoruz.



Kalp bize ne verebilir ki? Doğru; kalp sana üstün bir teknoloji sunamaz, büyük bir endüstri, büyük paralar kazandıramaz. Sana coşku ve kutlama sunabilir. Sana güzelliğe, müziğe, şiire dair müthiş bir his sunabilir. Sana aşkın ve nihai olarak duanın dünyasının yolunu gösterebilir ama bunlar alınıp, satılabilecek şeyler değildir. Kalbin sayesinde hesap cüzdanını şişiremezsin, büyük harplerde savaşıp, atom bombaları, hidrojen bombaları üretemezsin ve kalbini kullanarak insanları yok edemezsin. Kalp yalnızca yaratmayı, kafa ise yalnızca yok etmeyi bilir. Kafa yıkıcıdır ve tüm eğitimimiz kafada takılıp kalmıştır.



Üniversitelerimiz, kolejlerimiz, okullarımız hep insanlığı yok etmekteler. Onlar hizmet verdiklerini sanıyorlar oysa yalnızca kendilerini kandırıyorlar. İnsanoğlu dengeyi bulmadıkça, hem kalbini, hem kafasını birlikte geliştirmedikçe sefalet çekmeye ve bu sefalet git gide artmaya mahkumdur. Git gide kafaya daha da takılıp kaldıkça, kalbin varlığını iyice unuttukça, içinde bulunduğumuz sefaletin boyutları da artacaktır. Cehennemi dünya üzerinde yaratıyoruz ve git gide daha fazlasını yaratacağız da.



Cennet kalbe aittir. Ama olup biten şu: kalp tamamen unutuldu, artık kimse onun dilinden anlamıyor. Mantıktan anlıyoruz ama aşktan anlamıyoruz. Matematikten anlıyoruz ama müzikten anlamıyoruz. Git gide dünyevi şeylere daha aşina hale geliyoruz ve kimsenin bilinmeyen yollara sapmaya, aşkın, kalbin bilinmeyen labirentlerine dalmaya gözü yemiyor gibi görünüyor. Düz yazının dünyasına alışırken, şiir öylece yok olup gitti.



Şair öldü, ki bilimle, gizemli olanın arasındaki köprü şairdir. İşte bu köprü kayboldu. Bir tarafta -son derece güçlü, muazzam derece güçlü, dünyayı, yaşamı tümüyle sona erdirmeye hazır- bilimadamı dururken, diğer, ücra uçta tek tük bir kaç mistik- bir Buda, bir İsa, bir Zerdüşt, bir Kabir- duruyor. Bizim anladığımız anlamda güçten tamamen yoksunken, başka bir anlamda da müthiş derecede güçlüler ama biz o dilden tamamen habersiziz. Ve şair de ölmüş durumda, ki felaketlerin en büyüğü de bu. Şair yok olup gidiyor.



Şairden kastım, aynı zamanda ressam, heykeltraş da. İnsanın sahip olduğu tüm yaratıcılık, git gide daha fazla mal üretmeye indirgeniyor. Yaratıcı olan tutunamazken, üretim yaşamın amacı haline dönüşüyor.



Yaratıcılık yerine üretime değer veriyoruz: hep nasıl daha fazlasını üretebileceğimizi konuşuyoruz. Üretim sana bir takım mallar sunar ama değerler sunamaz. Üretim seni dıştan zenginleştirebilir ama içten yoksullaştıracaktır. Üretim, yaratı değildir. Üretim çok vasat bir şeydir ve en aptal insan bile bunu yapabilir; kişinin sadece onun nasıl yapıldığını öğrenmesine bakar.



Oysa şair ölmüş durumda; o artık yaşamıyor. Artık şiir adına varolan şey ise neredeyse düz yazı. Resim adına varolan şey, üç aşağı, beş yukarı delilik. Bunu Picasso, Dali veya diğerlerinde gözlemleyebilirsin- klinik vakalardır bunlar! Picasso bir dahidir ama aynı zamanda hastadır, klinik bir vakadır. Resimleri katarsisten başka bir şey değildir; ona yardımı dokunur, bir nevi çıkarma gibidir. Midende bir sorun olduğunda yediklerini çıkarmak seni rahatlatır. Resim yapmak da Picasso'ya bu şekilde yardım ediyordu; eğer resim yapamasaydı, delirirdi. Bu ona iyi geliyordu; onu delirmekten kurtarıyordu; deliliğini tualin üzerine boca ediyordu. Peki ya o resimleri satın alıp, odalarına asıp, bakanlar? Onların da huzuru kaçmaya başlayacaktır.



Benim bahsettiğim tamamen bambaşka bir yaratıcılık. Bir Taj Mahal…sadece dolunaylı bir gecede onu izlemekle bile içinde büyük bir meditasyonun uyanması kaçınılmazdır. Veya Khajuraho, Konark, Puri tapınakları- sadece onlar üzerine meditasyon yapmakla, cinselliğinin nasıl aşka dönüştüğünü göreceksin. İşte bunlar yaratıcılığın mucizeleridir.



Avrupa'daki büyük Katedraller, yerin, göğe ulaşmaya duyduğu özlemdir. Yalnızca bu büyük eserleri görmek bile, kalbinde büyük bir şarkının belirmesini sağlayacak veya üzerine büyük bir sükunet inecektir. İnsanoğlu şairane, yaratıcı dürtülerini ya kaybetti ya da bunlar öldürüldü. Artık mallarla, aletlerle, git gide daha da çok şey üretmekle fazla ilgiliyiz. Üretim niceliğe, yaratım ise niteliğe bakar.



Kalbi geri getirmek zorunda kalacaksın. Doğanın yeniden farkına varman gerekecek. Yeniden gülleri, nilüferleri izlemeyi öğrenmen gerekecek. Ağaçlarla, kayalarla ve nehirlerle bir kaç temasın olması gerekecek. Yıldızlarla yeniden sohbete başlaman gerekecek.







-REÇETELER-



SEVMENİN COŞKUSU



Ne zaman sevsen, coşkulu olursun. Sevemediğin zaman, coşku da duyamazsın. Coşku sevginin bir parçası, onun bir gölgesidir; sevgiyi takip eder.



Demek ki, git gide daha çok sev ki, daha coşkulu olasın. Sevginin sana geri dönüp, dönmediğine aldırma, konu kesinlikle bu değil. Coşku otomatik olarak sevgiyi takip eder, geri dönse de, dönmese de, öteki sana karşılık verse de, vermese de. Sevginin güzelliği burada, sonucunu kendi özünde barındırmasında, değerini kendi özünde barındırmasında yatar. Ötekinin vereceği karşılığa bağlı değildir; tamamen senindir o. Kime karşı sevgi duyduğunun- bir köpeğe, kediye, ağaca veya kayaya mı- hiç önemi yoktur. Kaya hiç karşılık vermemiş olabilir- vermiş de olabilir ama konu bu değil. Sevdiğin için coşku duyarsın. Seven bir kişi coşkuludur.



Bu sırrı bir kez anladığında, günün yirmi dört saatini coşku dolu geçirebilirsin. Yirmi dört saat boyunca sevgi doluysan ve sevmek için artık sevgini yöneltecek nesnelere bağlı kalmıyorsan, git gide daha bağımsızlaşıyorsun demektir çünkü artık yanında kimse olmadan da sevgi duyabiliyorsundur. Seni çevreleyen boşluğun ta kendisini sevebilirsin. Odanda yalnız otururken, tüm odayı sevgiyle doldurursun. Hapiste bile olsan orayı bir kaç saniye içinde bir tapınağa dönüştürebilirsin. Orası, sevgiyle doldurduğun anda hapishane olmaktan çıkacaktır. Oysa sevgi olmadan, bir tapınak bile bir hapishaneye dönüşür.







KALBİN YAPRAKLARINI AÇ



Bazen kalbin orada durur ama bir çiçek gibi değil de bir tomurcuk gibidir. Ama tomurcuk, bir çiçeğe dönüşebilir. Bir şey yap: bir nefes çalışmasına başla. Bunu boş mideyle, ya yemekten önce ya da yemek yedikten üç saat sonra yap.



Havayı tümüyle dışarı at- derin nefes vererek, mideni içine çek ve havayı olduğu gibi boşalt. Havanın tümüyle dışarı çıktığını hissettiğinde, olabildiğince uzun süre, iki veya üç dakika boyunca onu dışarıda tutmaya çalış. En iyisi üç dakikadır. Bu zor da olsa, yavaş, yavaş bunu yapabilmeye başlayacaksın; tamamen havasız kalacaksın ve sonra hava içine hücum edecek. Onun hücum edişinden büyük bir coşku, büyük bir canlılık duyacaksın ve bu hücum kalbinin açılmasına yardım edecek.



Bir şeyin kalbine nüfuz etmesi gerekiyor. Ne zaman istersen bunu yapabilirsin. Ama bir seansta yedi kereden fazla yapma. Gün boyunca bunu, üç, dört, beş kere hatta daha fazla kereler tekrarlayabilirsin, bunda bir sorun yok. Yalnızca bunu boş mideyle yapmayı unutma ki, havayı gerçekten dışarı atabilesin. Ve sonra bırak, olabildiğince uzun süre dışarıda kalsın. Ve korkma; ölmezsin çünkü nefesini tutman imkansızlaştığı anda, kontrol senden gidecek ve hava içeri doğru hücum edecektir. Git gide nefesini üç dakika boyunca tutabilmeye başlayacaksın ve o zaman hava içeri hücum ettiğinde kalbinin yapraklarını da açacak.



Kalbi açmanın en önemli yöntemlerinden biridir bu.







NEFES ALIR GİBİ SEV



Nefesini biriktirirsen ölürsün çünkü nefes bayatlar, ölür. Canlılığını, hayat kalitesini yitirir. Aynı şey aşk için de geçerlidir. O da bir nevi nefes gibidir, ve her an kendini tazeler. Bu yüzden kişi ne zaman sevme konusunda bir çıkmaza girip, nefes almayı keserse, hayat tamamen anlamını kaybedecektir. Ve insanların başına gelen şey budur; zihin o kadar ağır basıyor ki, kalbi bile etkisi altına alıyor ve kalbi bile sahiplenici bir şeye çeviriyor. Kalp sahiplenmek nedir bilmez ama zihin onu da kirletiyor, zehirliyor. Yani unutma. Varoluşa aşık ol ve bırak sevgin nefes almak gibi olsun. Nefes al, nefes ver ama bırak alıp, verdiğin sevgi olsun. Git gide, her nefeste sevginin o büyüsünü yaratman gerek. Senin meditasyonun bu olacak: nefes verirken, sevgini varoluşa doğru akıtıyormuşsun gibi hisset. Nefes alırken ise, varoluş sevgisini sana akıtıyor.



Kısa süre sonra nefesinin niteliğinin değişmekte olduğunu göreceksin. O zaman daha önce bildiğin her şeyden tamamen farklı olmaya başlayacak. Hindistan'da nefese yalnızca nefes değil, prana yani hayat diyor oluşumuz bu yüzden. O sadece oksijenden ibaret değil; orada başka bir şey daha var, hayatın özü, kendi tanrısallığın orada yatıyor. Onu davet edersek, nefesle birlikte, ona takılıp gelecektir.



Bırak bu senin meditasyonun, senin tekniğin olsun. Sessizce oturarak, nefes alırken, içine sevgiyi çek. Bu sana heyecan verecek; bir nevi içsel bir dansı hissetmeye başlayacaksın.







SEVGİLİNİN NEFESİ



Nefes alma deneyimi git gide daha derinleşmeli, daha dikkate alınmalı, gözlenmeli, incelenip, tahlil edilmeli. Duygularının nefes alışını nasıl değiştirdiğini, ve bunun tam tersini yani nefes alışının duygularını nasıl değiştirdiğini gör. Örneğin korktuğunda nefesindeki değişikliği izle. Sonra bir gün korktuğunda aldığın gibi nefes alıp, vermeyi dene. Şaşırtıcı bir şekilde göreceksin ki, nefesini tam olarak korktuğunda olduğu gibi ayarlayabilirsen, içinde anında bir korku belirecektir.



Birine derin bir aşk duyduğunda nefesini izle. Sevgilinin elini tutarken, ona sarılırken nefesini izle. Sonra bir gün, sessizce bir ağacın altında otururken, kendini yine aynı şekilde nefes alırken gözlemle. Aynı ritmi yakala, aynı geştaltın içine gir. Sevgiline sarılırken aldığın gibi nefes alırsan şaşıracaksın: tüm varoluş senin sevgilin olacak! Yine içinde büyük bir aşk yükselecek. Bu ikisi el ele gider.



Nefesini izle çünkü nefesin o aşk dolu ritmi en önemli şeydir: senin tüm varlığını baştan aşağıya dönüşüme uğratacaktır.







İKİ KİŞİ BİR OLARAK NEFES ALDIĞINDA



Sevgi dolu anlarını git gide daha yakından izle. Uyanık ol. Nefesinin nasıl değiştiğini gör. Bedeninin nasıl titreştiğini gör. Sevdiğin adam veya kadına sarılırken bunu bir deneye çevirirsen şaşıracaksın. Bir gün, sarılırken, birbirinin içinde erirken öylece en azından bir saat oturursan şaşıracaksın: yaşadığın en psikodelik deneyimlerden biri olacak bu!



Bir saatliğine, hiçbir şey yapmadan, yalnızca birbirine sarılmakla, birbirinin içine düşüp, bir olmak, erimekle, yavaş yavaş nefes de bir olacaktır. İki ayrı beden ama tek bir kalp olarak nefes alacaksınız. Birlikte nefes alacaksınız. Ve birlikte nefes aldığınızda- çabayla değil yalnızca bu denli büyük bir aşk hissettiğiniz için nefes de takip edecektir- bunlar en müthiş, en değerli anlara dönüşecek, bu dünyaya değil, onun ötesine ait olacaklardır.



Böyle anlarda meditatif enerjiye ilk bakışlarını atmış olacaksın. O anlarda dil bilgisi pes eder ve lisanın vadesi dolar. Bunu söyleme çabasında lisan son bulur ve bu ölümün ta kendisine, sonunda asla söyleyemeyeceği şeye işaret eder.







BİLİNÇLİ OLARAK EL ELE TUTUŞUN



Arkadaşının elini tuttuğunda bunu uyanık olarak yap. Bak bakalım elinden bir sıcaklık çıkıyor mu, çıkmıyor mu. Yoksa eli istediğin kadar tutsan da bir iletişim veya bir enerji aktarımı gerçekleşmez. Eli tutuyor olsan da o buz gibi soğuk ve donuktur. Orada herhangi bir titreşim, bir nabız yoktur: enerjin arkadaşına doğru akmamaktadır. Bu boşunadır. Boş bir hareket, aciz bir harekettir.



Bu yüzden birinin elini tutarken, içinin derinliklerinde enerjinin akıp akmadığını izle ve enerjiyi yönlendirmeye, buraya getirip, oraya götürmeye yardımcı ol.



Başlangıçta bu yalnızca bir hayal etme egzersizi olsa da, enerji hayal gücünü takip edecektir. Bunu yapabilirsin... Arada sırada, nabzını tut ve nabzın bir kaç dakikalığına yükseldiğini, daha hızlı attığını hayal et. Nabzını yeniden aldığında hızlanmış olduğunu göreceksin. Hayal gücü kökü oluşturur; enerjiyi kanalize eder.



Birinin elini tutarken onu bilinçli bir şekilde tutup, enerjinin ona doğru aktığını, elinin git gide daha sıcak ve davetkar olduğunu hayal edersen müthiş bir değişime tanık olacaksın.







SEVGİ DOLU GÖZLERLE BAK



Birine baktığında, sevgi dolu gözlerle bak. İnsanlara bakarken, gözlerinden onlara sevgi akıt. Yürürken etrafına sevgi yayarak yürü. Başlangıçta bu hayal etmekten ibaret olsa da, göreceksin bir ay içinde gerçeğe dönüşecek. Diğerleri senin artık daha sıcak bir kişiliğe sahip olduğunu, senin yanına yaklaşmanın müthiş hissetmeye yettiğini, bunu yapmakla bir esenlik hissinin belirdiğini fark edecekler.



Bunu bilinçli bir çabaya dönüştür- sevginin daha farkında ol ve daha çok sevgi yay.







KENDİNE AŞIK OL



Biraz da bunu dene....Yalnız başına bir ağacın altına oturup, ilk kez olarak kendine aşık ol. Dünyayı unut, yalnızca kendine aşık ol. Manevi arayış, aslında kişinin kendisine aşık olmayı arayışıdır. Dünya diğerlerine aşık olmaya dair bir yolculuktur- maneviyat ise kendine aşık olma yolculuğudur.



Maneviyat çok bencildir; kişinin kendini arayışı, kişinin kendi manasını arayışıdır. Kendi varlığını kutlamak, kendinin tadını almaktır. Ve bu tat içinde belirmeye başladığında....biraz bekle, biraz daha ara. Kendi biricikliğini hisset, kendi varlığından zevk al. "Doğmasaydım ne yapardım? Burada olmasaydım bunu kime, nasıl şikayet ederdim?" diye düşün.



Varsın! Bu gerçek bile, bu kadarı bile, "Varım" diyebilecek kadar farkındalık bile, mutluluğa açılan bir olasılıktır- sadece tüm bunlardan biraz sevinç duy.



Bırak tüm bunların tadı, her gözeneğine işlesin. Bunun heyecanıyla ayaklarının yerden kesilmesine izin ver- içinden dans etmek geliyorsa dans et, kahkaha atmak geliyorsa kahkaha at, veya canın bir şarkı söylemek istiyorsa şarkı söylemeye başla. Ama tüm bunların merkezine kendini koymayı unutma ve bırak mutluluk pınarı dışarıdan bir yerden değil, senin içinden aksın.

BAŞ İÇİN ÇARELER

Zihni uysallaştırmak ve (ara sıra) onun dışına çıkmak







-TEŞHİS-



Zihin biyolojik bir bilgisayardan ibarettir. Çocuk doğduğunda bir zihne sahip değildir; içinde sürekli gevezelik eden bir şey yoktur. Bu mekanizmanın işlemeye başlaması neredeyse üç veya dört yıl alır. Ve kızların oğlanlardan daha erken konuşmaya başladığını görürsün. Onlar daha büyük gevezelerdir! Onların biyolojik bilgisayarları daha üstün kalitededir.



Bu mekanizmayı bilgiyle beslemek gerekir; geriye doğru dönüp hayatını hatırlamaya çalışan erkeklerin dört yaşlarına, kadınların ise üç yaşlarına doğru bir yerlerde takılıp kalması bu yüzdendir. O noktadan ötesi bomboştur. Sen dünyadaydın; birçok şey olup bitmiş, bir sürü olaylar olmuş olmalı ama kayda geçilmiş hiçbir anı yokmuş gibi görünüyor, bu yüzden hatırlayamıyorsun. Oysa dört veya üç yaşından sonra olanları çok net olarak hatırlayabiliyorsun.



Zihin verilerini ebeveynlerden, okuldan, diğer çocuklardan, komşu, akraba, kiliselerden toparlıyor. Her yer kaynaklarla dolu. Konuşmaya yeni başlamış çocukların aynı kelimeyi nasıl tekrar tekrar söylediğini görmüş olmalısın. Ne coşku ama! Onların içinde yeni bir mekanizma harekete geçmiştir.



Cümle kurmaya başladıklarında bunu da son derece büyük bir coşkuyla tekrar tekrar yapacaklardır. Soru sormaya başladıklarında, her ama her şeyle ilgili bir soru soracaklardır. Senin vereceğin yanıtlar onların umurunda değil, unutma! Bir çocuğu soru sorarken izle; o senin vereceğin yanıtla ilgili değildir bu yüzden lütfen ona Ana Britanica Ansiklopedisi'nden yanıtlar verme. Çocuk senin vereceğin yanıtla ilgilenmez, o yalnızca soru sorabiliyor olmanın keyfine varmaktadır. Yeni bir yeti onun içinde hayat bulmuştur.



Ve bu şekilde toplamaya devam eder; sonra okumayı öğrenecektir....gelsin yeni sözcükler. Ve bu toplumda sessizlik para etmez; sözcükler eder, kendini ne kadar düzgün bir şekilde ifade edebilirsen, o kadar çok kazanırsın. Senin liderlerin nedir? Senin politikacıların nedir? Senin rahiplerin, din adamların, filozofların neye indirgenebilirler? Hepsi ifadesi son derece kuvvetli insanlardır. Sözcükleri anlamlı, bir şeylerin önemini vurgulayarak, tutarlı bir şekilde kullanırlar ki insanları etkileyebilsinler.



Tüm toplumunun sözel olarak ifadesi kuvvetli insanlar tarafından yönetildiği çok ender olarak kayda geçilir. Hiçbir şey bilmiyor, her türlü bilgelikten yoksun, hatta zeki bile olmuyor olabilirler. Ama kesin olan bir şey varsa o da sözcüklerle oynamayı iyi biliyor oldukları. Bu bir oyun ve onlar bunu öğrenmişler. Ve bu onlara her şekilde saygı, para ve güç kazandırıyor. Bu yüzden herkes bunu deniyor ve zihin bir sürü sözcükle, bir sürü düşünceyle doluyor.



Ve her bilgisayarı istediğin anda açıp kapatabildiğin halde zihni kapatamıyorsun. Böyle bir düğme yok. Tanrı dünyayı yarattığında, insanı yarattığında, zihnini açıp kapaması için bir düğme yaratmış diye bir veri yok. Böyle bir düğme mevcut değil o yüzden doğumdan, ölüme kadar bu böyle sürüp gidiyor.



Bilgisayardan ve insan beyninden anlayan insanların son derece tuhaf bir fikri var: bir insan beynini kafatasından çıkarıp yapay bir şekilde canlı tutabildiğimizde, aynı gevezeliğin sürüp gittiğini görürüz. Artık ondan mustarip olan kişiye bağlı olup olmadığı onu ilgilendirmez; rüya görmeye devam eder. Artık makinalara bağlı olduğu halde hala rüya görmeye, hayal etmeye, korku duymaya, yansıtmaya, umut etmeye, şu veya bu olmaya çalışmaya devam eder. Ve artık yapabileceği hiçbir şey olmadığının, bağlı olduğu kişinin artık orada olmadığının hiçbir şekilde farkında olmaz. Bu beyni makinalara bağlı olarak binlerce yıl canlı tutabilirsin; o gevezelik etmeye, henüz ona yeni şeyler öğretmeyi başaramadığın için aynı şeyleri döndürüp durmaya devam edecektir. Ona yeni şeyler öğretmeyi başardığımızda da bu yeni şeyleri tekrarlayacaktır.



Bilim aleminde Albert Einstein gibi biri öldüğünde beyninin de kendisiyle birlikte ölüp gidiyor oluşunun büyük bir şansızlık olduğuna dair bir fikir hüküm sürüyor. Beyni kurtarıp, başka birinin bedenine nakledebilmiş olsaydık, beyin çalışmasına devam ediyor olacaktı. Albert Einstein'ın hayatta olup olmaması fark etmiyor; o beyin, görecelilik kuramı hakkında, yıldızlar ve kuramsal fizik hakkında düşünmeye devam edecek. Fikir şu ki, insanlar tıpkı kan verdikleri ve öldükten sonra gözlerini bağışladıkları gibi öldükten sonra beyinlerini de bağışlamaya başlasınlar ki, beyinleri saklanabilsin. Bu beynin özel bir beyin olduğunu, yüksek niteliklere sahip olduğunu ve ölüp gitmesinin tam bir kayıp olacağını hissettiğimizde onu nakledebiliriz.



Beyinsiz birisi Albert Einstein'a dönüştürülebilir ve bundan haberi dahi olmayacaktır çünkü kafatasının içi hissizdir; kafatasının içindeki her şeyi değiştirsen bile kişinin ruhu bile duymaz. Birinin beyninde istediğin her türlü değişikliği yapabilmen için sadece onu bayıltman yeter- beyni olduğu gibi değiştirilebilir- kişi yepyeni bir beyinle, bambaşka bir laf kalabalığıyla uyanacak ve ne olup bittiğine dair en ufak bir kuşku bile duymayacaktır.



Bu laf kalabalığı bizim eğitimimiz ve temelde de yanlış bir eğitim çünkü sana işin yalnızca yarısını, yani zihni kullanmayı öğretiyor. Onu nasıl durdurup rahatlamasını sağlayacağını öğretmiyor ve sen uykudayken bile zihnin çalışmaya devam ediyor. O uyku nedir bilmiyor. Yetmiş yıl, seksen yıl boyunca hiç durmadan çalışıyor.



Oysa zihni istediğinde açıp, ihtiyacın olmadığında kapatmak mümkün- buna meditasyon diyoruz. İki bakımdan faydalı bu: hem sana daha önce hiç yaşamamış olduğun bir huzur ve sessizlik verecek, hem de zihninin gevezeliği yüzünden şu anda mümkün olmayan bir şekilde kendinle tanışmanı sağlayacak. Zihnin seni şimdiye kadar hep meşgul tuttu.



İkinci olarak da zihnini dinlendirecek. Ve zihni dinlendirebildiğimizde o daha iyi çalışma, daha zekice işleme kapasitesine kavuşacaktır.



Böylelikle iki yönden, hem zihin hem de varlık yönünden kazanç sağlamış olacaksın, sadece zihnin işleyişini nasıl durduracağını, ona nasıl, "Bu kadar yeter; artık uyu. Ben uyanığım merak etme" diyeceğini öğrenmen gerekiyor.



Zihni yalnız gerektiğinde kullan- o zaman taze, dinç, enerji dolu olacaktır. O zaman söylediğin her söz de kupkuru değil, hayat dolu, yetkinlik dolu, hakikat ve samimiyet dolu ve muazzam derecede anlamlı olacaktır. Aynı sözcükleri kullanıyor bile olsan, zihin dinlenmekle öylesine güç toplamış olacak ki, her sözcük alev alev tutuşacak, güçle dolup taşacaktır.



Dünyada karizma olarak bilinen şey, rahatlayarak, enerjinin toplanmasına izin vermesini bilen bir zihinden başka bir şey değildir. O konuştuğu zaman şiirdir, ilahidir; konuşurken delil göstermesine, mantıklı olmasına gerek yoktur-yalnızca kendi enerjisi insanları etkilemeye yeter. Ve insanlar asla onun ne olduğuna tam olarak parmak basamasalar da, karizma diye bir şeyin varlığının daima farkında olmuşlardır.



Sana karizmanın ne olduğunu söylüyorum çünkü bunu kendi deneyimimden biliyorum. Gece gündüz çalışan bir zihin güçsüzleşmeye, donuklaşmaya, etkisini yitirip, geride kalmaya mahkumdur. O olsa olsa işe koşulur olabilir. Sebze almaya gittiğinde işe yarar. Ama bundan fazla bir gücü yoktur. Böylelikle karizmatik olabilecek milyonlarca insan zayıf, etkisiz, herhangi bir yetkinlik veya güçten yoksun olarak kalır.



Eğer bu mümkünse- ki mümkün- zihni sessizleştirip, onu yalnızca gerektiğinde kullanırsak, o zaman o büyük bir gücü de beraberinde getirecektir. O kadar çok enerji toplamıştır ki, sarf ettiği her sözcük doğrudan kalbine gider.



İnsanlar karizmatik kişiliklerin bu zihinlerinin hipnotize edici olduğunu düşünürler ama onlar hipnotize edici değildir. Onlar öylesine güçlü ve tazedir ki.....onlar için her dem bahardır.



Bu zihin içindir. Varlık için ise, sessizlik, sonsuzluğun, ölümsüzlüğün, kutsanmışlık olarak gördüğün her şeyin evrenine doğru yepyeni bir açılım sağlar. Asıl dinin, tek dinin meditasyon olduğuna dair ısrarım hep bu yüzden. Başka hiçbir şeye gerek yok. Bunun dışında her şey, esas olmayan adetlerdir.



Öz olan tek şey meditasyondur, o özün ta kendisidir. Ondan hiçbir şeyi kesip atamazsın.



Ve o sana iki dünyayı da sunar. Sana öteki dünyayı- tanrısal olanı, ilahı dünyayı- olduğu gibi, bu dünyayı da sunar. O zaman artık yoksul değilsindir. Bir zenginliğe sahipsindir ama bu maddi değildir. Zenginliğin birçok çeşidi vardır ve parası yüzünden zengin olan kişi zenginliğin en alt kategorisine aittir. Şöyle söyleyeyim: maddi zenginliğe sahip kişi, zenginlerin en fakiridir. Fakirlerin tarafından bakıldığında ise en zengin fakirdir. Yaratıcı bir sanatçının, bir dansçının, bir müzisyenin tarafından bakıldığında en fakir zengindir. Ve nihai uyanış söz konusu olduğunda ise ona zengin bile denemez.



Meditasyon sana kendi özünün dünyasını sunarak seni son noktada zengin edecektir. Aynı zamanda göreceli olarak da zengin olacaksın çünkü bu zihninin gücünü, sahip olduğun yetenekler yönünde serbest bırakacak.



Kendi kişisel deneyimime göre, herkes belli bir yetenekle doğar ve o yeteneği sonuna kadar yaşayamadığı taktirde içinde bir şeyler daima eksik kalır. O, bir şekilde orada olması gereken bir şeyin yokluğunu her zaman hissedecektir.



Zihnine rahat ver- onun buna ihtiyacı var! Ve bu çok basit: yalnızca ona tanık ol. O zaman o sana bu iki şeyi de sunacaktır.



Zihin yavaş, yavaş sessiz olmayı öğrenir. Ve sessizlikten güç aldığını bir kez kavradığında, artık onun sözcükleri yalnızca sözcük olmaktan çıkıp, şimdiye kadar hiç sahip olmadıkları bir geçerlilik ve zenginlik kazanarak, dümdüz, ok gibi hedefe gideceklerdir. Mantığın engellerinin yanından geçip, kalbin ta kendisine ulaşacaklardır.



İşte o zaman zihin sessizlikten gelen muazzam gücün elinde iyi bir uşağa dönüşür.



O zaman varlık efendidir, ve efendi zihni gerektiğinde kullanıp gerekmediğinde kapatabilir.







-REÇETELER-



ZİHİNDEN KEYİF AL



Zihni durdurmaya çalışma. O senin çok doğal bir parçan; onu durdurmaya çalışırsan delirirsin. Bu bir ağacın yapraklarını durdurması gibi olur; ağaç çıldıracaktır. Yapraklar onun için son derece doğaldır.



Demek ki birincisi: Düşünceni durdurmaya çalışma; onun hiçbir sakıncası yoktur.



İkincisi: Onu yalnızca durdurmaya çalışmamak da yetmez; ikinci adım da keyif almaktır. Oyna onunla! Bu güzel bir oyundur. Onunla oynamak, oyundan keyif almak, onu buyur etmekle zihin konusunda daha uyanık, daha farkında olacaksın. Ama bu farkındalık çok ama çok dolaylı bir şekilde gelecek; farkında olmak bir çabaya dönüşmeyecek. Farkında olmak için çaba gösterdiğinde zihin dikkatini dağıtır ve ona kızarsın. Onun çirkin bir zihin olduğunu ve sürekli gevezelik ettiğini hissedersin; sen sessiz olmak istiyorsun ama o seni bırakmıyor bu yüzden ona karşı bir düşmanlık beslemeye başlarsın.



Bu iyi bir şey değil; bu kendini ikiye bölmek demek. O zaman sen ve zihin arasında ikilik oluşur ve çelişki ve sürtüşmeler başlar. Her türlü sürtüşme intihar gibidir çünkü bu kendi enerjinin gereksiz yere boşa harcanması anlamına gelir. Kendimizle çatışarak harcayacak kadar fazla enerjiye sahip değiliz. Aynı enerji coşku duymak için lazım bize.



Yani düşüncenin işleyişinden keyif almaya başla. Düşüncelerin nüanslarını, aldıkları şekilleri, bir şeyin nasıl diğerine doğru yol aldığını, birbirlerine nasıl eklendiklerini gör sadece.



Bu, izlemesi gerçekten mucizevi bir şeydir! Küçücük bir düşünce bile seni en son noktaya kadar götürebilir ve baktığında bu ikisi arasında hiçbir bağ göremezsin.



Bundan keyif al- bırak bu bir oyuna dönüşsün. Bunu kasıtlı olarak oynadığında şaşıracaksın: bazen sırf keyif almakla, çok güzel duraklamalar yaşayacaksın. Bir anda göreceksin ki bir köpek havlıyor ama zihninde hiçbir şey belirmiyor, hiçbir düşünce zinciri harekete geçmiyor. Köpek havlamaya devam ediyor, sen de dinlemeye devam ediyorsun ama hiçbir düşünce oluşmuyor. Küçük aralıklar belirecek.... ama bunlar üretilemez. Kendiliğinden gelirler ve geldiklerinde çok güzel olurlar. Bu küçük aralıklarda izleyeni izlemeye başlarsın- ama bu da doğal olacaktır. Düşünceler yeniden belirmeye başlayacak ve sen bundan keyif alacaksın. Bunu hiç gerilmeden, sakin sakin yap. Farkındalık sana gelecek ama dolaylı olarak gelecek.



İzlemek, keyif almak, düşüncelerin şekillenişini görmek denizi milyonlarca dalgasıyla birlikte görmek kadar güzel bir şeydir. Bu da bir deniz ve düşünceler de dalgalardır. Oysa insanlar gidip okyanustaki dalgaların tadını çıkarırken, bilinçlerindeki dalgaların tadını çıkarmazlar.







ZİHNİ DEĞİŞTİR



Uzun süredir alışkanlık haline gelmiş zihinsel bir kalıbı değiştirmek istediğinde, başvurulabilecek en faydalı şey nefestir. Zihnin tüm alışkanlıkları nefes alma düzenine bağlıdır. Nefes alış düzenini değiştirdiğinde zihin anında değişecektir. Dene bunu!



Bir yargının gelmekte olduğunu, bir alışkanlığa kapılmaya başladığını gördüğün anda hemen nefes ver- sanki yargıyı nefesle birlikte dışarı atıyormuş gibi. Derin bir şekilde, göbeğini içine çekerek nefes ver ve havayı dışarı atarken, yargının tümüyle dışarı atıldığını canlandır veya hisset.



Sonra temiz havayı derin bir şekilde, iki-üç kez içine çek.



Bak bakalım ne oluyor. Bambaşka bir tazelik hissedeceksin; eski alışkanlık seni ele geçirmeyi başaramadı.



Demek ki nefes vermekle başlayacaksın, almakla değil. Bir şeyi içine almak istediğinde nefes almakla başla; dışarı atmak istediğindeyse nefes vererek. Gör bak zihin anında nasıl etkileniyor. Anında zihnin başka bir yere gittiğini, yepyeni bir esintinin geldiğini göreceksin. O eski alışkanlığın içinde olmadığın için, o eski kalıbı tekrarlamayacaksın.



Bu tüm alışkanlıklar için geçerlidir. Örneğin sigara içiyorsan, sigara içme dürtüsü geldiğinde bunu yapmak istemiyorsan, hemen derin bir şekilde nefes verip bu dürtüyü dışarıya at. Taze bir nefes aldığında dürtünün anında yok olup gittiğini göreceksin. İçsel değişim için çok ama çok önemli bir yönteme dönüşebilir bu.







"OM" U TEKRARLAMAK



Etrafında çok fazla kargaşa olduğunda veya zihnin fazlasıyla dağıldığında sadece "om"u tekrarla.



Her sabah ve akşam, yirmişer dakika rahat bir pozisyonda, gözlerin yarı açık ve aşağıya doğru bakar şekilde sessizce oturmayı alışkanlık haline getir. Nefes ağır, beden hareketsiz olmalı. İçinden "om"u tekrarlamaya başla; onu dıştan söylemene gerek yok. Dudakların kapalı olduğunda daha derine nüfuz edecektir, hatta dilin bile kımıldamamalı. "Om" u hızla ve yüksek sesle, ama içinden tekrarla. Ayaklarından başına, başından ayaklarına doğru tüm bedeninde titreştiğini hisset.



Her 'om" havuza atılan bir taşın düştüğü gibi bilince düşmeli. Halkalar yükselip, en son noktaya kadar yayılacak. Halkalar genişlemeye ve tüm bedene dokunmaya devam edecek.



Bunu yaparken hiçbir şeyi tekrarlamadığın ve her şeyin durduğu bazı anlar gelecek- ki en güzel anlar bunlardır. Bir anda susmuş olduğunun ve her şeyin durduğunun farkına varacaksın. Bunun keyfini çıkar. Düşünceler geri gelmeye başlarsa yeniden "om"a başla.



Bunu akşam yaptığında, yatmadan en az iki saat önce yap. Yoksa, yatmadan hemen önce yaparsan, uyuyamazsın çünkü öyle tazelenmiş hissedersin ki, içinden uyumak gelmez. Sanki sabah olmuş da, iyice dinlenmişsin gibi hissedersin ve uykunun anlamı kalmamış olur.



Bunu seri bir şekilde yapman gerek ama kendi ritmini bulabilirsin. İki üç günden sonra neyin sana daha çok uyduğunu göreceksin. Bazı insanlara "om"u çok hızlı, hatta birbirinin üzerine binecek şekilde tekrarlamak uyar. Bazılarına ise çok yavaş yapmak... Yani bu sana kalıyor. Her nasıl yapmak iyi geliyorsa, öyle yapmaya devam et.







"HAYIR"A DİKKAT ET



Zihin daima olumsuz olarak çalışır. Zihnin tüm faaliyeti olumsuzlamak, hayır demek üzerine kurulmuştur.



Sadece kendini izle ve gün içinde kaç kere hayır dediğini görüp, kotayı düşür. Kendini izleyip kaç kere evet dediğini gör ve o kotayı yükselt.



Git gide evet ve hayırın derecelerinde küçük bir değişiklik göreceksin ve temelde senin kişiliğin değişiyor olacak. Kaç kere evet daha kolay olacakken, hayır demeye aslında hiç gerek yokken hayır dediğini izle. Kaç kere evet diyebilecekken, ya hayır dediğini, ya da sessiz kaldığını takip et.



Her evet deyişin egoya karşı geliştir. Ego eveti yutamaz, o hayırla beslenir. "Hayır! Hayır! Hayır!" dediğinde içinde büyük bir ego belirir.



Tren istasyonuna gitmen yeterlidir: sen gişede tek başına olsan bile memur başka bir şeyle ilgilenmeye başlar ve sana bakmaz. Hayır demeye çalışmaktadır. En azından seni bekletecektir. Çok meşgulmüş gibi davranacak, şu ve bu kayıtlara göz atacaktır. Seni beklemeye zorlayacaktır. Bu ona bir güç hissi, sıradan bir memur olmadığı, herkesi bekletebildiği duygusunu verir.



Aklına gelen ilk şey "hayır"dır. "Evet" neredeyse zordur. Ancak kendini tamamen çaresiz hissettiğinde, evet demek zorunda kaldığında evet dersin. İzle bunu! Kendini evet diyen birine dönüştür; hayır demeyi bırak çünkü egoyu besleyen zehir budur.







BAŞTAN KALBE İNMEK



Duygu gerçek hayattır. Düşünce ise yapmacıktır çünkü her zaman bir şeye dairdir; asla o şeyin kendisi değildir. Şarap hakkında düşünmek seni sarhoş edemez, şarabın kendisi eder. Şarap hakkında düşünüp durabilirsin ama asla sadece şarabı düşünmekle sarhoş olamazsın. Onu içmen gerekir ve bu içme hali duygular sayesinde gerçekleşir.



Düşünmek sahte bir eylemdir, başka bir şeyin yerine geçen bir eylemdir. Sana bir şeylerin olup bittiğine dair sahte bir his verir ama aslında hiçbir şeyin olduğu yoktur. Bu yüzden, düşünmekten hissetmeye geç. Bunun en iyi yolu da kalbe doğru nefes almaya başlamaktır.



Gün boyunca, aklına geldiği kadar sıklıkta, derin bir nefes al. Nefesin göğsünün tam ortasına vuruşunu hisset. Tüm evren senin içine, kalp merkezinin olduğu yere doğru dökülüyormuş gibi hisset. Bu yer kişiden kişiye değişir; genelde sağa kayar. Fiziksel kalple hiç alakası yoktur. O tamamen farklı bir şeydir ve enerji bedenine (sübtil beden) aittir.



Derin nefes al ve bunu her yapışında, derin nefeslerle en az beş kere tekrarla. Nefesi içine çekip kalbi doldur. Bu başından kalbine inmene yardım edecektir.



Git gide daha hassaslaşacak, daha önce hiç farkına varmadığın birçok şeyi fark edeceksin. Daha fazla koku, daha fazla tat alacak, daha fazla dokunacaksın. Daha fazla görecek, daha fazla duyacaksın; her şey yoğunlaşacak. Demek ki başından kalbine doğru kaydığında tüm duyuların bir anda parıldayacak. Yaşamın, sıçramaya ve akmaya hazır bir şekilde içinde çağladığını göreceksin.







SES ÖNERİSİ



İçinde sürekli çok mutlu bir ses var, tıpkı herkeste olduğu gibi. Onu duyabilmek için yalnızca sessiz olmamız gerekiyor. Baş çok gürültülü olduğundan, kalbin bu kımıltısız, küçücük sesini duyamıyor ve gerçekten çok küçük, çok dingin bir ses bu. Her şey tamamen sessizleşmedikçe onu asla duymuyorsun, oysa seninle varoluş arasındaki bağ o. Onu bir kez olsun duymuşsan, varoluşa nereden, nasıl bir köprüyle bağlı olduğunu, onunla nasıl birleştiğini bilirsin. Onu bir kez duyduktan sonra, yeniden onun içine girmen çok kolaylaşır. O zaman ona odaklanıp, kolayca ona doğru kayıp gidebilirsin. Ve onun her içine girişinde, seni canlandıracak, sana muazzam bir kuvvet verip, canına can katacaktır.



Kişi bu iç sese tekrar tekrar girebildiğinde, asla tanrısallığın izini kaybetmez; hem bu dünyada yaşayabilip, hem de tanrısallıkla temas halinde kalabilir. Git gide püf noktasını kavradıkça, bu sesi pazar yerinde bile duymaya devam edebilirsin. Bir kez orada olduğunu bildikten sonra, onu duymak zor değildir. O zaman artık dünyanın tüm gürültüsü bile seni bu sesi duymaktan alıkoyamaz. Tek sorun onu ilk kez duymaktadır çünkü onun nerede veya nasıl bir şey olduğunu ve onun yolunu nasıl açacağını bilmiyorsundur.



Gereken tek şey git gide daha sessiz bir hale gelmektir.



Sessizce otur. Ne zaman vakit bulursan, her gün yalnızca bir saatliğine hiçbir şey yapmadan otur ve dinle. Belli bir amaç gütmeden, ne anlama geldikleri hakkında hiçbir yorum yapmaksızın etrafındaki sesleri dinle. Tamamen nedensizce dinle. Ortada bir ses var ve ona kulak vermek gerekiyor.



Yavaş, yavaş zihin sessizleşmeye başlayacaktır. Sesler yine duyuluyor ama zihin artık onları yorumlamıyor- artık onları ne taktir ediyor ne de onlara kafa yoruyor. Bir anda geştalt dönüşümü gerçekleşiyor. Zihin sessizce dış sesleri dinlerken, bir anda yeni bir ses duyuluyor ve bu dışarıdan değil, içeriden gelen bir ses. Ve bunu bir kez duyduğunda, ipin ucunu yakalamış oluyorsun.



Sadece o ipi takip et, git gide daha derine in. Senin varlığında çok derin bir kuyu gizli ve onun içine girmeyi bilenler tamamen bambaşka bir dünyada, apayrı bir gerçeklikte yaşıyorlar.







VİTES DEĞİŞTİRMEK



Kişi sürekli farklı faaliyetlerde bulunmalıdır çünkü beyin bir merkeze sahiptir. Örneğin matematikle uğraştığında beynin belli bir bölümü çalışırken, diğerleri dinlenir. Sonra şiir okursun ve bu kez matematiğin çalıştırdığı bölüm dinlenir ve başka bir bölüm faaliyete geçer.



Üniversite ve okullarda, kırk, kırk beş dakikanın sonunda ders değiştirme nedenimiz budur çünkü beynin her merkezinin çalışma kapasitesi kırk dakikalıktır.



Sonra yorulmaya başlar ve dinlenmesi gerekir ve en iyi dinlenme yöntemi de farklı bir işe geçmektir ki, diğer merkezler faaliyetteyken, o merkez dinlensin. Yani sürekli değişim çok, çok iyidir, seni zenginleştirir.



Normalde bir şeyler yaparken zihin takılıp kalır ve deli gibi o işin peşine düşersin. Ama bu kötü bir şeydir; kişi yaptığı hiçbir şeyin kendisini ele geçirmesine izin vermemelidir. Yaptığın şeye kendini ver ama her zaman efendi sen ol; yoksa köleye dönüşürsün ve kölelik iyi değildir. Meditasyonun kölesi olmak bile iyi değildir. Bir şeyi yapmayı bırakamıyorsan, ya da çok isteksizce bırakıyorsan, bu sadece zihninde nasıl vites değişikliği yapacağını bilmediğini gösterir.



Bunun için tek bir şey yap:



Ne zaman bir işle uğraşırken başka bir şeye geçmek istiyorsan, beş dakikalığına durup derin derin nefes ver. Örneğin meditasyon yapıyorsun ve meditasyonu bıraktıktan sonra başka bir şey yapmak istiyorsun: beş dakikalığına derin, derin nefes ver. Sonra bırak bedenin nefes alsın, sen alma. Zihnin, bedenin ve tüm sisteminin içindeki her şeyi dışarı attığını hisset. Sadece beş dakikalığına bunu yap ve sonra başka bir işe başla. Değiştiğini anında hissedeceksin.



Vitesi beş dakikalığına boşa alman gerekiyor. Bir arabada vites değiştirmek istediğinde önce bir anlığına bile olsa, vitesi boşa alman, boşta kalman gerekir. Sürücü ne denli becerikliyse, boşta o kadar az kalabilir. Demek ki beş dakika boyunca boşta kal; hiçbir işle uğraşmadan, bir şey yapmadan, yalnızca nefes alarak, yalnızca var olarak. Daha sonraları git gide bu süreyi kısaltabilirsin. Bir ay sonra süreyi dört dakikaya, iki ay sonra üç dakikaya indir ve böyle devam et.



Git gide, öyle bir noktaya ulaşacaksın ki bir kere nefes vermek yetecek, işi bitirmiş, kapatmış, noktayı koymuş olacaksın ve sonrasında başka bir işe başlayabileceksin.







KAFADAN KALBE, KALPTEN VARLIĞA



İnsan üç merkezden hareket eder: birincisi kafa, diğeri kalp, üçüncüsü ise göbektir. Kafandan hareket ediyorsan, düşünce üretip durmaya devam edersin. Bunlar elle tutulur hiçbir yanı olmayan, hayali şeylerdir; çok şey vaat eder ama hiçbir şey getirmezler.



Zihin çok hilebazdır! Ama seni yanıltmak için muazzam bir kapasiteye sahiptir çünkü her şeyi geleceğe yansıtmayı bilir. Sana büyük ütopyalar, arzular sunup sürekli, "Yarın bunlar gerçek olacak" deyip durur ve bunlar asla gerçekleşmez! Kafada asla hiçbir şey olmaz. Kafa herhangi bir şeyin olabileceği bir yer değildir.



İkinci merkez kalptir. O duygu merkezidir- kişi kalbi aracılığıyla hisseder. Oradayken yuvaya daha yakınsın, tam varmış değilsin ama yakınlardasın. Hissederken daha elle tutulur, daha sağlamındır. Hissederken bir şeylerin olması mümkündür. Kafada böyle bir olasılık yoktur, ama kalpte küçük de olsa bir olasılık söz konusudur.



Ama esas olan kalp bile değildir. Esas olan kalpten de daha derinde, göbektedir. Varlığın merkezi orasıdır.



Düşünme, hissetme ve varolma- üç merkez bunlardır.



Daha çok hissedersen, daha az düşünürsün. Düşünceyle savaşma çünkü düşünceyle savaşmak da yine yeni düşünceler, yeni çatışmalar üretmek demektir. O zaman zihin asla yenik düşmez. Kazanırsan, aslında zihin kazanmış olur; yenilirsen de zaten yenilmişsindir. İki türlü de yenik düşen sen olursun, bu yüzden asla düşüncelerinle savaşma. Bu boşunadır.



Düşüncelerle savaşmak yerine enerjini hissetmeye kaydır. Düşüneceğine şarkı söyle, felsefe yapacağına aşık ol, düz yazı okuyacağına şiir oku. Dans et, doğaya bak ve her ne yaparsan yap, kalpten yap.



Örneğin birine dokunurken kalpten dokun. Hissederek dokun, bırak varlığın titreşime geçsin. Birine baktığında, kaya gibi ölü gözlerle bakma. Enerjinin gözlerinden dışarıya taşmasına izin verdiğinde göreceksin ki, kalbinde anında bir şeyler olmaya başlayacak. Bu yalnızca denemeye bağlı.



Kalp en ihmal edilen merkezdir. Dikkatini ona vermeye başladığında harekete geçer. Kalp harekete geçtiğinde, zihinde dönüp duran enerji otomatik olarak kalpten geçmeye başlar. Ve kalp enerjinin merkezine -yani göbeğe- daha yakındır ve enerjiyi kafaya kadar çıkarmak aslında zorlu bir iştir.



Demek ki git gide daha çok hissetmeye başlamalısın. Birinci adım budur. Bir kez bu adımı attıktan sonra, ikinci adım çok, çok kolaylaşacaktır, öncelikle aşk duy- yolun yarısı böylelikle katedilmiş olacak. Ve kafadan kalbe inmek nasıl kolay olduysa, kalpten göbeğe inmek daha bile kolay olacak.



Göbekte sadece bir varlıktan ibaretsin- duygunun, düşüncenin olmadığı saf bir varlık. Hiçbir yere kıpırdamıyorsun. İşte hortumun ortası orası.



Başka her şey hareket halinde, kafa hareket ediyor, kalp hareket ediyor, beden hareket ediyor. Her şey hareket ediyor; her şey daimi bir akış içinde. Yalnızca varlığının merkezi, göbeğin hareketsiz, çarkın ortası orası.







MOLA



Her gün, en az bir saatliğine, herhangi bir yerde sessizce otur. Dere kenarına veya bahçeye, hiç kimsenin seni rahatsız edemeyeceği bir yere git. Kaslarını gevşet, zorlanmadan, gözlerini kapatarak zihnine, "Hadi! Ne istersen yap. Ben tanık olacak ve izleyeceğim" de.



Şaşıracaksın: göreceksin ki bir kaç an boyunca, zihin hiçbir şekilde çalışmıyor olacak. Bir kaç an boyunca, bazen sadece bir saniyeliğine zihnin durduğunu göreceksin ve o boşlukta, hayal gücün sürekli işliyor olmadan, gerçeğin ne olduğuna dair bir his edineceksin. Ama bu yalnızca anlık olacak, kısacık sürecek ve sonra zihin yeniden harekete geçecek.



Zihin çalışmaya, düşünceler harekete geçip, görüntüler akmaya başladığında bunun farkına hemen varamayacaksın. Ancak daha sonra, bir kaç dakika geçince zihnin çalıştığının farkına varıp, yolunu kaybettiğini göreceksin. Yeniden dikkatini toplayıp zihne, "Hadi. Ben yalnızca tanık olacağım" dersen, zihin yine bir saniyeliğine duracaktır.



Bu saniyeler inanılmaz derecede değerlidir. Bunlar ilk gerçeklik anları, gerçekliğe dair ilk bakış atışlar, ona doğru açılan ilk pencerelerdir. Bunlar çok küçük aralardan ibaret ve gelip, geçici de olsalar, o anlarda gerçekliğin tadını almaya başlayacaksın.



Yavaş, yavaş, git gide bu araların daha büyüdüğünü göreceksin. Ancak muazzam derecede uyanık olduğunda gerçekleşecekler.



Muazzam derecede uyanık olduğunda zihin çalışamaz, çünkü dikkatin kendisi karanlık bir odadaki ışık gibidir. Işık orada olduğunda karanlık olamaz. Sen mevcutsan zihin değildir-senin mevcudiyetin, zihnin yokluğudur. Sen mevcut olmadığında zihin çalışmaya başlar. Senin yokluğun, zihnin mevcudiyetidir.







KAFA KARIŞIKLIĞINDAN ARINMAK



Bırak kafa karışıklığı orada olsun. Bir şeyleri çözmeye, anlamaya çalışma çünkü her ne yaparsan yap şu anda faydası olmayacak. Sadece izle.



Her gece yatmadan önce yapmaya başlayabileceğin bir meditasyon var. Sadece yatağında rahat bir şekilde oturup, gözlerini kapa ve bedeninin gevşediğini hisset. Beden öne doğru eğilmeye başlarsa, bırak eğilsin. Çocuğun ana rahmindeyken içinde bulunduğu, cenin pozisyonunu almak da isteyebilirsin. Öyle hissedersen bu pozisyona geç. Ana rahmindeki küçük bir çocuğa dönüş.



Sonra yalnızca nefesini dinle, başka hiçbir şeyi değil. Yalnızca onu dinle, nefesin içeriye girip dışarıya çıkışını, içeriye girip, dışarıya çıkışını... Bunu sözelleştir demiyorum- sadece içeriye girişini hisset, dışarıya çıkarken de çıkışını hisset. Sadece bunu hisset. Bu hissin içinden muazzam bir sessizlik ve berraklığın yükseldiğini göreceksin.



Yalnızca on-yirmi dakikalık bir şey bu- en az on, en fazla da yirmi dakika bunu yaptıktan sonra uyu.



Sen yapan kişi değilmişçesine bırak bir şeyler kendiliğinden gelişsin.







İÇİNDEKİ LAF KALABALIĞINI AZAT ET



Eğer içinde sürekli içsel bir diyalog sürüp gidiyorsa, bunun bir nedeni var demektir. Onu bastıracağına, serbest bırak.



Serbest bırakılmak, kaybolmasını sağlayacaktır. O sana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Zihnin seninle konuşmak istiyor. Dinlemediğin, önemsemediğin, kayıtsız kaldığın bir şeyi sana aktarmak istiyor. Neyi aktarmak istediğinin farkında olmayabilirsin çünkü onunla sürekli savaş halinde oldun, sürekli onun deli olduğunu düşünerek onu durdurmaya veya başka bir şeye dönüştürmeye çalıştın. Tüm saptırmalar bir çeşit bastırmadır.



Bir şey yap: her akşam uykuya yatmadan önce, kırk dakika boyunca duvara dönük oturarak yüksek sesle konuş. Bundan keyif al ve bununla kal. İki ayrı ses olduğunu görürsen, iki taraftan da konuş. Önce bir tarafı destekleyip, sonra diğer taraftan yanıt ver ve nasıl güzel bir diyalog yaratabileceğini gör.



Bunu yönlendirmeye çalışma çünkü bunları kimse için söylemiyorsun. Eğer çılgınca olacaksa, bırak öyle olsun. Bir şeyi kırpmaya veya sansürlemeye çalışma çünkü o zaman amaçtan tamamen sapmış olursun.



Bunu en az on gün, kırk dakika boyunca hiçbir şekilde karşı gelmeden yap. Tüm enerjini koy buna. On gün içinde sana bir şeyler anlatmaya çalışan, ama senin kulak asmadığın bir şeyler su yüzüne çıkacak veya farkında olduğun ama duymak istemediğin bir şey belirecek. Onu dinlersen bu sona erecektir.



Bu şekilde duvarla konuşmaya başla ve kendini tamamen ver. Işıkları ya kapa, ya iyice kıs. Bazen konuşurken içinden bağırmak, öfkelenmek geliyorsa, kız ve bağır çünkü bu ancak hissedilerek yapıldığında derine inecektir. Sadece kafadan yapıyor, cansız bir kaset gibi sözcükleri tekrarlayıp duruyorsan bunun bir yararı olmaz ve asıl şey yüzeye çıkmaz.



Sanki karşında başka biri varmışçasına hissederek ve mimiklerle konuş. Yaklaşık yirmi beş dakika içinde ısınmış olursun. Son on beş dakika ise müthiş derecede güzel geçecektir; bundan keyif alacaksın. On günün sonunda git gide içsel konuşmanın kaybolduğunu görecek ve kendinle ilgili daha önce hiç kavrayamamış olduğun bir kaç şeyi kavramış olacaksın.







24 GÜNLÜK KARAR



Yaşamın içinden çıkan bir karar iyi bir karardır; yalnızca kafadan çıkan bir karar ise kötüdür. Yalnızca kafadan çıktığında asla sonuca ulaştırıcı değildir; daima ihtilaf yaratıcıdır. Diğer alternatifler açık kalır ve zihin sürekli bir taraftan diğerine gider gelir. Zihnin ihtilaf yaratma şekli budur.



Beden her zaman şimdi-buradadır, oysa zihin asla değildir ve tüm çatışma bundan doğar. Sen şimdi ve burada nefes alıyorsun; ne yarında nefes alabilirsin, ne de dünde. Şu anda nefes almak zorundasın. Ama hem yarını, hem de dünü düşünebilirsin. Demek ki, beden şimdiki zamanda kalırken, zihin geçmişle geleceğin arasında sıçrayıp durur. Beden ve zihin arasında bir bölünme mevcuttur. Beden şimdiki zamandayken, zihin asla orada olmadığı için bu ikisi birbirleriyle hiç buluşamaz, hiç denk gelemezler. Bu bölünme endişe, acı ve gerginliğe neden olur; kişi gergindir ve bu gerginlik endişeden kaynaklanır.



Zihnin şimdiki zamana getirilmesi gerekir çünkü bundan başka bir zaman yoktur.



Bu yüzden ne zaman gelecek veya geçmiş hakkında fazla düşünmeye başlasan, sadece gevşeyip, dikkatini nefesine vermelisin. Her gün en az bir saatliğine bir koltuğa, rahat bir şekilde oturup gevşe ve gözlerini kapa. Öylece nefesini izlemeye başla. Onu değiştirmeden; sadece bak, izle. Sadece izlemenle, nefes git gide daha yavaş bir hal alacaktır. Normalde dakikada sekiz kere nefes alıyorsan, altı kere, sonra beş, dört, üç, ve sonra iki kere almaya başlayacaksın. İki-üç hafta içinde dakikada yalnızca bir kere nefes almaya başlayacaksın. Dakikada bir kere nefes almaya başladığında, zihin bedene yaklaşıyor olacak.



Bu küçük meditasyon sayesinde, nefes almanın tamamen durduğu anlar ortaya çıkacak. Üç, dört dakika geçecek ve nefes sonra gelecek. O zaman bedeninle uyum içinde olacaksın ve şimdiki zamanın ne olduğunu kavrayacaksın. Yoksa bu sadece bir kelimeden ibaret olarak kalacak; zihnin hiç bilmediği, deneyimlemediği bir şey bu. O geçmişten ve gelecekten anlar, yani sen "şimdiki zaman" dediğinde onun bundan anladığı, geçmişle gelecek arasında, yani arada kalan bir şeydir ama zihin böyle bir deneyime sahip değildir.



Demek ki yirmi dört gün boyunca, her gün bir saatliğine kendini nefese bırakarak, nefesin sürüp gitmesine izin ver; o bunu otomatik olarak yapar. Sen yürürken nefes otomatik olarak devam eder. Yavaş, yavaş küçük boşluklar olacak ve bu boşluklar sana şimdiki zamana dair ilk deneyimini sunacaktır. Bu yirmi dört, yirmi beş günün sonucunda aniden bir karar beliriverecektir.



Hangi kararın ortaya çıktığı konunun dışındadır. Önemli olan nereden çıktığıdır; ne olduğu değil, nereden geldiğidir. Eğer kafadan geliyorsa sefalet yaratacaktır. Ama senin bütünlüğünden doğuyorsa, o zaman asla bir an bile olsa pişmanlık duymayacaksın. Şimdiki zamanda yaşayan bir kişi pişmanlık nedir bilmez; o asla arkasına dönüp bakmaz. Asla geçmişini, anılarını değiştirmediği gibi, geleceğini ayarlamaz da.



Kafadan çıkan bir karar çirkin bir şeydir. Karar sözcüğü Latince'de "kesip, atmak" kökeninden geliyor; o seni kesip atar. İyi bir kelime değildir. Gerçeklikle bağını kesiyor olduğu anlamına gelir. Kafan seni sürekli gerçeklikten alıkoymaktadır.