Zirvelerin Ötesinde Bitmek Bilmeyen Zirveler
Uyanmak zorundasın. Uyanmak öyle basit bir şey ki,
tıpkı sabah uyanmak gibi. Hiç gözlemledin mi...jimnastik yaptığında, bazı
egzersizlerde, bazı şarkılarda? Birden uyanıveriyorsun! Gece bitmiştir ve
gözlerini açıp yataktan kalkarsın. Manevi uyanışın da bundan farkı yoktur.
20 Nisan 1987, Sabah
Sevgili Osho,
Bu yaşamda bütün bir bilince erişmediğimiz
taktirde ta en başından başlamamız ve tüm insanoğlunun evriminden bir kez daha
geçmemiz gerektiğini söylediğinde bu bana çok dokundu. Sannyasin olarak
edindiğimiz bu anlık ışık görüntüsü, güzellik ve bilinci tamamıyla yitirmemiz
mümkün mü?
Antar Ashiko bu çok karmaşık bir soru. Bu hayatta
edindiğin her şey seninle kalacak ama bu bir anlık görüntülerle değil, edinimle
olur. Ve bu ikisi arasında büyük bir fark vardır. Himalayaların zirveleri
binlerce mil öteden bile görünür, bu bir göz atmadır, oysa bu zirvelere ulaşmak
bir edinimdir.
Bir göz atmak, edinime doğru ilerlemene yardımcı
olur ancak yaşamında bir şey kristalize bir deneyime dönüşmediği taktirde bu
yitip gider ve en baştan başlaman gerekir.
Küçük bir fark olacaktır; bilincinde geçmiş
yaşamından bir gölge, uzak bir yankı, bir şey görmüşsün gibi bir his kalacaktır.
Ve bir göz daha attığın zaman bunun yeni olmadığını, bunu daha önceden bildiğini
hissedeceksin. Aksi taktirde yalnızca kristalleşmiş edinimler seninle bilinçli
bir şekilde diğer yaşamına taşınır...bilirsin, yalnızca karanlık bir gölge,
bilinçaltında uzak bir yankı olarak değil ama bilinçle, bu Himalaya zirvelerinin
var olduğunun farkında olursun çünkü o zirvelere çıkmışsındır.
"Sannyasin olarak edindiğimiz bu anlık ışık
görüntüsü, güzellik ve bilinci tamamıyla yitirmemiz mümkün mü?" diye soruyorsun.
Bundan önceki birçok yaşamında da böyle anlık deneyimler yaşamıştın ve onları
yitirdin. Onlar asla senin varlığının bir parçası haline gelmediler; yalnızca
güzel anılar olarak kaldılar. Oysa anılar edinim değildir. Bu bir şeyi düşte
görmek gibidir; yani doğru da olabilirler, olmayabilirler de.
Bu yüzden şu anda bir şeylerin olmakta olduğunu
hissediyorsan bunun bir göz kırpışıyla sınırlı kalmayıp gerçek bir deneyime
dönüşebilmesi, varlığının bir parçası haline gelebilmesi için çaba göster. Ancak
o zaman seninle bir sonraki yaşamına eşlik edebilir.
Tüm deneyimlerini başka bir yaşama taşımak ve bir
dahaki sefere en baştan değil de bir önceki yaşamda bırakmış olduğun yerden
başlamak mümkündür. Ama bir göz ucuyla bakma deneyiminin ne kadar kırılgan ve
yüzeysel olduğunun farkına var. O anda sana ne kadar dokunmuş olursa olsun,
hemen ertesi gün bile böyle bir şeyin gerçekten yaşanmış mı yoksa hayalinde mi
olmuş olduğu konusunda şüphe duymaya başlarsın. Ve bundan sonraki yaşam ise çok
uzaklardaki bir yolculuktur.
Bu göz ucuyla bakış yalnızca kişiyi
kristalleşmeye yönlendiren birer dürtüdür. Bunu öylesine derin bir deneyime
dönüştür ki senin bir parçan haline gelsin ve onu unutman veya yitirmen
olanaksızlaşsın. Bu göz atmalarla yetinme. Onların tadını çıkar ama aynı zamanda
onları yalnızca daha yüce şeylerin gerçekleşeceğine dair birer gösterge olarak
kullan.
Bir şeyi uzaktan görmekle ona dönüşmek tamamıyla
farklı durumlardır. Göz ucuyla bakılan bir aşk birkaç saniye içinde geçip giden
bir meltem gibidir; göz ucuyla bakılan bir sessizlik bir anlığına kokusunu
duyduğun bir gül gibidir ve bir an sonra onun nereye gittiğini
bilmezsin.
"Deneyimini kristalleştir" dediğimde güzel bir
şekilde de olsa göz ucuyla bakmanın yeterli olmadığını kast ediyorum. Bu iyidir
ama yeterince değil. Sen o gül kokusunun kendisi olmalısın; göz atmak yalnızca o
olasılığı gösteren bir oktur: görevini tamamlamıştır ama sen orada kalmışsın.
Geçmiş yaşantında da birçok kez güzel deneyimlerle karşı karşıya kaldın oysa
şimdi geçmiş yaşantıların var olup olmadığını bile bilmiyorsun. Yalnızca arada
birbiriyle karşılaştığında çok tuhaf bir hisse kapılıyorsun, neredeyse saçma,
sanki bu insanı daha önce görmüşsün gibi; hem de kesinlikle bu yaşantında değil.
Bir yere gidiyor ve sanki oraya daha önce gitmişsin gibi —kesinlikle bu yaşamda
da değil— şaşırıyorsun. Sanki her şey bildik görünüyor ama bilinçaltında uykuda
bekliyormuş gibi...
Yaşam öyle bir işleyişe sahip ki kişi öldüğü
zaman aydınlanmamış olduğu taktirde neredeyse bilinçsiz hale gelir; ölüm
gerçekleşmeden önce komaya girer. Bu yüzden ölüm hakkında hiçbir şey bilmez ve
yeniden doğana kadar da bu koma halinde kalır. Ana rahminde geçen tüm o dokuz
aylık zaman da bir koma halidir; çocuk dokuz ay boyunca yirmi dört saat derin
uykudadır.
Nadiren birisi bilinç içinde ölür. Bunu yalnızca
ölüm yolunun gelmekte olduğunu bilen çünkü o yolda defalarca yürümüş olan —bu
ikisi aynı yoldur— büyük meditasyoncular gerçekleştirebilir. Kişi meditasyonun
derinliklerine indikçe bedenini, zihnini, yüreğini çok gerilerde bırakır ve
geriye yalnızca bütünüyle ayık ve bilinç dolu güzel bir sessizlik
kalır.
Öldüğün zaman da aynı şey gerçekleşir. Eğer
meditasyon yapmışsan ölüm yeni bir deneyim olmayacaktır. Meditasyon yaparken her
gün ölmekte ve tekrar yaşama dönmekte olduğunu şaşırarak göreceksin. Böyle bir
kimse büyük bir bilinç içinde ölür ve ölümün ne olduğunu bilir ve ana rahminde
de bilinçli kalır. Doğduğunda da bilinçlidir. Dünyadaki ilk anından itibaren
önceki yaşantısında neler olup bitmiş olduğunu bilir, anımsar. Böyle birçok
çocukla karşılaştım....Bu özellikle de Hindistan için geçerli.
Hindistan'ın dışında, Hıristiyanlığın,
Museviliğin veya İslam'ın baskın olduğu yerlerde zihin tek bir yaşam olduğuna
dair şartlanmıştır. Onlar meditasyondan habersizdir. Meditasyonun yerine duayı
koymuşlardır oysa dua kurgusal bir Tanrıyı yüceltmektedir ve çok
çocukçadır.
Meditasyonun Tanrıya ihtiyacı yoktur; sen
yeterlisin. Sen bir gerçekliksin ve kendi gerçekliğini en derinine kadar
araştırıyorsun.
Hindistan'da tüm dinler bir noktada anlaşmıştır;
felsefede ve diğer her konuda ayrılırlar ama bir konuda hemfikirdirler; yaşam
süreklidir ve ölüm milyonlarca kez yaşanır. Ölüm yalnızca bedenin, evin
değişmesidir ve sen tamamen aydınlanana kadar bu böyle sürüp gider. O zaman yeni
bir rahme girmeye gerek kalmaz çünkü yaşam bir okuldan, eğitimden ibarettir ve
sen bunu tamamlamışsındır. Aydınlanman varoluşa dair bu eğitimin en üst
noktasıdır. Artık yeni bir bedene girmeye ihtiyacın kalmamıştır. Artık evrenin
kendi rahmine girebilirsin, buna hazırsındır.
Bu yüzden ne zaman anlık bir deneyim yaşasan
bununla yetinme. Aslında bu anlık göz atma içinde tatmin değil tam tersine büyük
bir tatminsizlik uyandırmalı. Bu uzaktan gördüğün bir şeyin gitgide daha
yakınına varmaya dair bir özlem olmalı. Yakından bile olsa onu yalnızca görmek
değil, o olmak istersin.
Aşk olabilirsin, sessizlik olabilirsin, bu
deneyimlerin tümü olabilirsin: güzellik, ışık, bilinç. Bunlar senin olamayacağın
şeyler değil, bunlar senin potansiyelin.
Bu yüzden göz atarken en son noktaya kadar
at.
Kristalleşmeden kastım budur.
Kristalleşme gerçekleştiğinde, bir kez kendini
aşk, ışık, bilinç olarak tanıdığında artık unutmak gibi bir sorun söz konusu
değildir. Artık bu deneyimler seninle gelecektir. Ve gelecekteki yaşamında daha
da ileri gidecek, bu deneyimlerin de ötesine; bilinçten süper bilince
geçeceksin. Oysa göz atmakla yetinirsen gördüklerinin silinme tehlikesi vardır.
Ölüm öyle büyük bir şok, bir ameliyat, öyle uzun bir komadır ki uyandığında tüm
bu göz attıklarını unutmuş olursun.
"Birisi bisikletimi çalmış" diye sızlandı rahip
papaz arkadaşına.
"O zaman yarın vaaz sırasında on emirden bahseder
ve 'çalmamalısın' emrine geldiğin zaman cemaate dikkatle bakarsan suçluyu
bulursun. Ona öne çıkmasını söyle. Ona bunu itiraf etmesini ve bunun Tanrının
affına sığınması için bir fırsat olduğunu söyle" dedi papaz kendine
güvenerek.
Ertesi gün rahip papazı ziyarete gittiğinde mutlu
bir ifadeyle bisikletini bulduğunu söyledi. "Evet" dedi, "aldatmamalısın" emrine
geldiğimde bisikleti nerede bıraktığımı hatırladım."
Sevgili Osho,
Duygularımı sözcük ve imgelere dökmemin nedeni
yalnızca onlardan kurtulmak istemem olabilir mi? Sonsuz bir susuzlukla senin
huzuruna gelip, enerjiyle dolduktan sonra bu mutlak paylaşma ihtiyacının altında
ezilmemin nedeni yalnızca bundan kurtulmak istemem olabilir mi? Bu paylaşma
dürtüsünün yalnızca benim yanılsamam veya kaçış yöntemim olması olası mıdır?
Birisi bana kendime karşı daha cömert olmam gerektiğini söyledi. Peki kendime
karşı cömert davranmanın bildiğim tek yolu paylaşmaksa ne yapabilirim? Yoksa
başka bir yol öğrenmemin zamanı geldi mi? Lütfen bana rehberliğinde ışık
tut.
Sarjano, senin yaşadığın ve yaptığın şey çok
doğru. Deneyimlerini, enerjini, sevgini ve mutluluğunu paylaşmak onlardan kaçmak
veya kurtulmaya çalışmak demek değildir. Tam tersine ne kadar çok şey
paylaşırsan o kadar çok şey kazanırsın.
Bu sıradan ekonomiye benzemez. Sıradan ekonomide
paylaştıkça kaybedersin; manevi ekonomide ise paylaştıkça kazanırsın. Sıradan
ekonomide cimri olman gerekir, ancak o zaman zengin olabilirsin...biriktirir,
asla paylaşmazsın. Manevi ekonomide ise cimri davranırsan elindekini de
yitirirsin. Elde ettiklerin ancak paylaştığın sürece canlı kalabilir; bu yaşayan
bir deneyimdir. Paylaşıldıkça dinamik hareket sürer.
Genç bir adam piyangoda! büyük ikramiyeyi
tutturduğu için çok mutluydu. Yol kenarında oturan bir dilencinin yanında
arabasını durdurdu. Dilenci her gün orada olduğu halde adam daha önce durmadan
geçiyordu. Oysa bugün farklı bir gündü. Dilenciye yüz rupi verdi ve dilenci
büyük bir kahkaha attı.
Adam, "Anlamıyorum, niye gülüyorsun?" diye
sordu.
Dilenci, "Hatırladım da...benim de eskiden kendi
arabam vardı ve senin gibi cömerttim. Gülüyorum çünkü sen de bir gün benim
oturduğum yerde oturacaksın. Fazla cömert davranma! Benim yaşadıklarım sana ders
olsun" diye yanıt vermiş.
Sıradan tasarrufta birine bir şey verdiğin anda o
ölçüde kayıptasındır. Oysa sevgi vererek sevginin azaldığını hissettiğin oldu
mu? Ya da neşeni paylaştığında neşenin biraz olsun eksildiğini hissettin
mi?
Bunu gözlediysen şaşırabilirsin: paylaştığında
neşen biraz daha artacak; sevgini verdiğinde sevgi kaynakların daha akışkan hale
gelecek, daha tatlı birine dönüşeceksin. Sırf kendini dostlarınla paylaşmak için
dans ettiğinde, bir şey yitiriyor değil, kazanıyor olacaksın.
Sarjano başkalarını dinleme. Onlar yalnızca
sıradan tasarruftan anlarlar. Vermenin paylaşım anlamına geldiği ve vermemenin
de son derece yıkıcı olduğu daha yüce bir tasarruftan
habersizdirler.
Ne kadar çok verirsen o kadar çok alacaksın ve ne
kadar az verirsen, sende de o kadar az kalacak. Ve hiçbir şey vermezsen, hiçbir
şeye de sahip olamayacaksın.
Ama sana bunun doğru olmadığını söyleyenler,
kafanda yaptığının doğru mu yanlış mı olduğu konusunda bir sorun oluşmasına
neden oluyorlar. Yaptığın kesinlikle doğru. Bunu daha büyük bütünlükle, hiç
duraksamaksızın, hiç bir şeyi sakınmaksızın yap. Başkalarını dinleme. Kendi
deneyimine kulak ver, kendi deneyimini gözlemle, bir şey verdiğinde bir şey
yitiriyor musun yoksa kazanıyor musun? Belirleyici olan bu olmalı, başkalarının
söyledikleri değil. Başkalarının önerileri tehlikelidir.
Eisenberg ailesi Roma'ya taşındığında küçük Hymie
okuldan eve gözyaşlarıyla dönmüştü. Okuldaki rahibelerin sürekli Katolik
soruları sorduğunu ve kendisi gibi iyi bir Musevi oğlanın bu soruların
yanıtlarını bilemeyeceğini annesine açıklamış.
Bayan Eisenberg'in yüreği anne şefkatiyle
kabarmış. "Hymie" demiş, "Soruların yanıtlarını gömleğinin içine nakışla
işleyeceğim. Böylece bir daha rahibeler seninle uğraştığı zaman gömleğinin içine
bakıp yanıtları okuyabilirsin."
"Sağ ol anne" demiş Hymie ve Rahibe Michele
dünyanın en meşhur bakiresi kimdir diye sorduğunda hiç düşünmeden, "Bakire
Meryem" diye yanıt vermiş.
"Çok iyi" demiş rahibe. "Peki onun kocası
kim?"
"Joseph" diye yanıt vermiş
oğlan.
"Bakıyorum çalışmışsın. Şimdi de bana oğullarının
ismini söyleyebilir misin?"
"Tabi" demiş Hymie, "Calvin
Klein."
Sevgili Osho,
Bana göre akşam konuşmasından sonra bizimle
yaptığın muhteşem dinamik meditasyon versiyonu yaşamış olduğum en enerji
yükleyici deneyimlerden birisi. Senin tüm sevgililerin enerji yayıyor ve her şey
titreşiyor. Enerji dalgalarımızla dev bir radyo anteni gibi yayın yapıyormuşuz
gibi hissediyorum. Bu ışıltı uzaydan bile görülebiliyor olmalı. Osho bu kez de
uyanamazsak o zaman ne olacak? Yoksa elinin altında daha da yüksek sesli çalar
saatler mi saklıyorsun?
Premda bu kez uyanmaman neredeyse olanaksız. Seni
uyandırmak için gereken her şeyi yapacağım. Buz gibi sular hazırladım; seni
yataktan çıkarıp bir güzel dövecek insanlar hazırlıyorum.
Her durumda uyanman gerek çünkü bu benim için son
sefer. Ben bir daha geri gelmeyeceğim ve bu yüzden de elimden gelen her şeyi
yapmak zorundayım. Bu fırsatı kaçırman talihsizlik olur çünkü kafana —kafatasına
ne olacağını bile düşünmeden ama bir şekilde ayağa kalkıp gözlerini açacağın
bilinciyle— bu kadar sert bir darbe indirebilecek; katı ve acımasız olabilecek
denli çok seni seven birinin bir daha ne zaman karşına çıkacağı hiç belli
olmaz.
Ustalar geçmişte öğrencilerini uyandırmak için
tuhaf şeyler yapmıştır. Bir Zen ustası olan Fui Hai'nin büyük bir manastırı
vardı. Manastır sağ ve sola ayrılan iki kanattan oluşuyordu ve ortada da onun
kulübesi yer alıyordu. Çok güzel bir kedisi vardı ve manastırdaki tüm rahipler
tarafından çok seviliyordu. Manastırda beş yüzü bir kanatta, diğer beş yüzü de
diğer kanatta yaşayan neredeyse bin tane rahip vardı. Ve sürekli, özellikle de
usta orada olmadığı zamanlarda kendi aralarında kavga ediyorlardı. Kavga etmenin
nedeni kediydi; onu kim alacaktı?
Sağ kanatta yaşayanlar, "Kedi bize ait çünkü biz
sizden daha uzun zamandır buradayız" diyorlardı. Bu doğruydu, önce sağ kanat
yapılmış, sol kanat daha sonra eklenmişti. Ama sol kanatta yaşayanlar, "Sizin
kanadın önce yapıldığı doğru ama o zaman kedi de yoktu. Kedi sol kanat
yapılırken geldi. Bu yüzden de bize aittir" diye itiraz
ettiler.
Bu sonu gelmeyen bir çekişmeydi ve kedi bir
kanattan diğerine taşınıp duruyordu ve usta da bu durumdan, her gün duyduğu
şikâyetlerden fena halde sıkılmıştı.
Bir gün tüm rahipleri topladı. Yalnızca bir rahip
orada değildi çünkü manastırın alışverişlerini yapmak için şehre
inmişti.
Usta, "Bugün iki kanat arasında süregelen bu
tartışmaya bir nokta koyacağım" dedi. Eline bir bıçak alıp, "Ya bu kedinin hangi
kanada ait olduğunu söyleyip hayatını kurtarırsınız ya da onu ortadan ikiye
kesip aranızda paylaştırırım. Bunun başka bir çözüm yolu yok, onu bölmek gerek"
dedi.
Hepsi kediyi çok seviyordu, hepsi onun kendi
kanatlarında durmasını istiyordu...hepsi sessiz kalmıştı.
Ustaları şöyle dedi, "Aranızdan birisi anlayış ve
meditasyonun derinliğini gösterecek bir şey yapabilirse, kedi onun olacak ve o
hangi kanatta yaşıyorsa kedi de orada kalacak. Gösterin kendinizi. Kedinin
hayatını kurtarabilirsiniz, yoksa işi bitti."
Ama herkes ustayı kandırmanın olanaksız olduğunu
biliyordu. Onun gözleri öylesine açıktır ki, onun karşısında büyük bir
meditasyoncuymuş gibi davranamazsın; bu yüzden kimse öne çıkmadı. Kediyi ikiye
böldü ve iki kanata da birer yarısını verdi. Herkes çok mutsuz oldu; kedinin
yarısı ne işlerine yarayacaktı? Usta da üzülmüştü çünkü bin tane rahibin içinden
kediyi kurtaracak bir şeyler yapabilecek tek bir adam bile
çıkmamıştı.
O anda, usta üzüntü içinde otururken ve tüm
manastır üzüntüye boğulmuşken manastırın dışında olan adam şehirden geri döndü.
Olup bitenleri öğrenmişti, ortalık kan içindeydi, kedi ölmüş ve iki kanata
bölüştürülmüştü.
Ona, "Ustamızın bu kadar acımasız ve katı
olabileceğini hiç düşünmedik; o son derece sevecen ve şefkatli bir insan. Ama
onu suçlayamayız çünkü bize bir şans tanımıştı" dediler.
Ama adam ustanın karşısına geçip ona sert bir
tokat attı. Usta gülerek, "Sen burada olmuş olsaydın zavallı kedi de hayatta
olurdu" dedi. Sen meditasyon hali içinde olduğunu gösterdin. Meditasyonun
olmaksızın ustanı tokatlayamazsın, ustaya vurabilmek için bedeninin sen
olmadığını bilmen gerekir, aynı şekilde ustanın bedeni de usta değildir. Ustaya
değil yalnızca onun bedenine vuruyorsun ki benim yaptığım da budur. Ben kediyi
değil yalnızca onun bedenini kestim. Kedi hâlâ yaşıyor, başka bir yerde
doğmuştur bile. Ama sen biraz geç geldin."
Başka bir Japon Zen ustası olan Lin Chi hakkında
bir Zen öyküsü daha vardır: Öğrencilerinden birine meditasyon yapması için
geleneksel bir Zen koanı vermişti; tek elden çıkan alkış sesi üzerine meditasyon
yap. Şimdi bu çok anlamsız bir şeydir. Tek el alkışlayamaz ve ses de çıkaramaz.
Alkış olmayınca ses çıkma olasılığı da yoktur. "Bunun üzerine meditasyon yap ve
tek elin alkış sesini bulduğun zaman gel ve bana bildir."
Genç adam bahçeye çıktı ve bir ağacın altına
oturarak elinden geldiğince tek elin alkış sesini düşünmeye çalıştı. Aniden
bambu korusundan bir kuş sesi duydu ve, "Bu o ses olmalı!" dedi. Koşarak
ustasına gitti. "Buldum, bu bambu ormanındaki kuş sesidir"
dedi.
Usta ona sert bir tokat patlatıp, "Aptallık etme
bir dahaki sefere biraz daha akıllı davran. Şimdi git meditasyona geri dön" diye
yanıt verdi.
Her gün geliyordu ve gitgide durum şöyle bir hal
almıştı; bazen geldiğinde rüzgârın çam ağaçlarının arasından eserken çıkardığı
sesi duyup belki budur...veya bazen suyun akma sesini duyup, belki budur... veya
bazen bulutlardaki şimşeklerin sesini duyup belki budur diye düşünüyordu. Yavaş,
yavaş bu rutin bir hal aldı. Usta artık ona bir şey sormadan içeri girer girmez
tokat atıyor ve sonra "Git meditasyona geri dön" diyordu.
Rahip, "Daha ne söyleyeceğimi bile duymadınız"
dediğinde usta, "Ne söyleyeceğini biliyorum. Git ve biraz daha meditasyon yap"
diye yanıtlıyordu. Rahip diğerlerine "Artık bu kadarı da fazla. Önceleri en
azından vereceğim yanıtı dinlerdi, artık yanıtın yanlış olacağını
varsayıyor!"
Ama bir gün gelmedi. İki gün geçti, yedi gün
geçti....Usta onun altında oturup meditasyon yaptığı ağaca gittiğinde rahibin
orada mutlak bir sessizlik içinde oturmakta olduğunu gördü.
Usta onu sarsıp, "Sonunda bu sesi duydun" dedi.
"İşte tek elin alkış sesi budur, bu sessizliktir....Peki niye gelip bana haber
vermedin?"
Rahip, "Bu sessizlik öylesine tatlı, öylesine
mutluluk vericiydi ki her şeyi unuttum" diye yanıt verdi. "Yanıtlarımı asla
dinlemediğiniz ve bana sert tokatlar attığınız için size minnettarım. Sıradan
insanların algılayabileceğinden öte bir şefkate sahipsiniz."
Bu yüzden Premda, başkalarını kafana takma, seni
rahatsız etmelerine izin verme. Uyanman gerek. Ve uyanmak son derece basit bir
şeydir; her sabahki uyanışın gibidir. Hiç gözlemledin mi...jimnastik hareketleri
yaparken, egzersiz yaparken, şarkı söylerken bazen uyanıverirsin! Gece sona
ermiştir ve gözlerini açıp yataktan dışarıya atlarsın.
Manevi uyanış da bundan farklı değildir. Manevi
olarak uykuda olduğunu bir kez anladığında sorun da çözülmüş olur. İnsanlar
manevi olarak uykuda olduklarını düşünmezler ve bu yüzden de uyumaya devam
ederler. Manevi olarak uykuda olduğunu bir kez anladığın zaman uyanmak basit bir
iştir. .
En zor olan şey varlığının derinlerinde bir uyku
hali, bir bilinçsizlik olduğunu kabullenmektir. Burada yapılan tüm meditasyonlar
seni sarsmak, uykuda olan o bilincin artık daha fazla uykuda kalamayacağı,
uyanmak zorunda olacağı bir noktaya gelmesini sağlamaktır.
Bu basit bir anlayış
meselesidir:
Şu anda uyanabilirsin!
Sessizlik kâfidir.
Balayının ilk gecesinde Brigitte yatakta yatarken
Pat tamamen giyinik bir şekilde koltukta oturuyordu. "Neden yatağa gelmiyorsun?"
diye sordu Brigitte.
"Annem bu gecenin hayatımın en heyecanlı gecesi
olacağını söyledi" dedi Pat. "Ve uyuyarak hiçbir şey kaçırmak
istemiyorum."
Yanlış anlamak çok kolaydır.
Anlamak da çok kolaydır.
Hepsi sana bağlıdır. Uyanmaya hazır mısın? O
zaman hiçbir şey seni alıkoyamaz ve herhangi bir yöntem de gerekmez. Ama
uyanmaya hazır değilsen de hiçbir yöntem sana yardım edemez. Hayatını bir
uyurgezerin hayatı olarak görmeli, yaptıklarını, kavga edişini, daha önce
söylemiş olduğu ve her defasında diğer insanların öfkelenmesine, rahatsız
olmasına neden olmuş sözleri hep uyur vaziyette söylediğini
görmeli.
Bu, hayatını izlemekle ilgilidir. Uyanık bir
insanın hayatı mı bu? Uyanık olan biri tüm dünyanın davranmakta olduğu gibi
davranabilir mi?
Öfkelendin ve bin kere bundan üzüntü duydun ve
yine de defalarca daha öfkeleneceğin ve defalarca daha bundan üzüntü duyacağına
aklın bir türlü ermiyor. Yapmakta olduğunu tamamıyla uyanık bir şekilde yaptığın
söylenemez. Yaşamın daha çok bir robotun hayatı gibi; yalnızca mekanik eylemleri
yerine getiriyorsun. Acı çekiyor ve değişmeye karar veriyorsun ama değişme
zamanın geldiğinde bunu tamamen unutuyorsun.
Değişik yerlerde vaaz veren, vaazının temelinde
İsa'nın Dağdaki Vaazındaki öğretiyi kullanan bir Hıristiyan rahibin hikâyesini
duymuştum. Birisi bir yanağına tokat attığında diğer yanağını uzatman
gerektiğini tekrar, tekrar söyleyip duruyordu.
Adamın biri bunu o kadar çok dinlemişti ki
sonunda sıkılmıştı. Bir gün rahip bunu tekrarlarken ayağa kalkıp gidip ona bir
tokat attı. Rahibin gözlerinde büyük bir öfke vardı ama kalabalığa bakıp
senelerdir söylemekte olduğu şeyi hatırladı ve içinden bu geri zekâlının bir
daha vurmayacağını umarak öbür yanağını uzattı. Ama adam da nevi şahsına
münhasır bir bireydi ve bu kez daha da sert bir tokat attı!
O anda ortalık karıştı; rahip adamın üzerine
atlayıp ona vurmaya başladı. Adam, "Ne yapıyorsun? Bu yaptığın öğütlerine ters
düşüyor. Tüm vaazlarını dinleyip durdum" dedi.
Rahip, "Bütün vaazları unut. İsa yalnızca 'Öteki
yanağını da uzat' dedi. Üçüncü bir yanak daha olmadığına göre artık özgürüm.
Şimdi sana göstereceğim..." dedi.
Ama adam, "Öteki yanağı uzatmak kin tutmamak
demek" diye üstelemiş.
Rahip, "Bütün bu saçmalıkları unut! Öteki
yanağını uzat, öteki yanağını uzat demek ve üçüncü bir yanak da yok. Beni
tamamen özgür kıldın ve ben şimdi sana gerçek bir ders vereceğim" diye yanıt
vermiş.
Oysa bütün hayatı boyunca vaaz
vermekteymiş....ama büyük olasılıkla bunu uykusunda konuşur gibi yapıyor,
söylediği sözlerin ve davranışlarının anlamının içine işlemesine izin
vermiyormuş.
Gurdjieff babasını anımsar. Gurdjieff dokuz
yaşındayken babası ölmüştü ve çok nadide biri olmalıydı. Gurdjieff'i yanına
çağırıp "Ben ölüyorum ve sana miras olarak bırakabileceğim bir şeyim yok. Seni
yoksul ve yetim bırakıyorum. Yalnız sana vermek istediğim bir tavsiye var, bana
da babam bu tavsiyeyi vermişti. Bu tavsiyenin bir babanın oğluna verebileceği en
zengin şey olduğunu gördüm. Sen çok küçüksün, bunu belki anlayamazsın. Sadece
bunu hatırla; kısa bir zaman sonra sen de anlamaya başlayacaksın ve anlasan da
anlamasan da buna göre hareket et. Şimdi can kulağıyla beni dinle ve
söylediklerimi tekrar et" dedi.
Bu basit bit tavsiyeydi. Birisi hakaret
ettiğinde, küçük düşürdüğünde, incittiğinde hemen tepki göstermemesini salık
veriyordu. O kişiye, "Yirmi dört saat beklemen gerekiyor, sana ancak o zaman
yanıt vereceğim. Bu benim için kutsal bir şey; bu benim ölüm döşeğindeki babama
verdiğim sözdür" demen gerekiyor. Yirmi dört saat bekledikten sonra o kişiye
geri dönüyorsun. O yirmi dört saat içinde onun haklı olduğunu veya olmadığını
ama tartışmanın da tamamen aptalca olduğunu görüyorsun. O yirmi dört saat sana
daha dikkatli olabilme şansı veriyor, insanlar anında tepki gösteriyorlar;
farkındalık için yeterli zaman olmuyor. Makineler gibi tepki veriyorlar.
Karşındaki kişinin haklı olduğunu görürsen gidip ona teşekkür et. Haksız
olduğunu gördüğünde de gitmeye gerek kalmıyor veya gitmek istiyorsan da gidip,
"Yanlış anlamışsın gibi görünüyor" de.
Gurdjieff hayatının ilerleyen yıllarında şöyle
diyordu, "Ölmek üzere olan babamın verdiği bu basit tavsiye tüm yaşamımı
dönüşüme uğrattı çünkü bana belli bir farkındalık, belli bir uyanış sağladı.
Hiçbir şeyi anında, hemen yapamıyordum. Yirmi dört saat beklemek zorundaydım. Ve
yirmi dört saat boyunca kızgın kalamıyorsun."
Uyanık bir adam tüm insanlıktan —ki onlar derin
uykudadır— farklı davranır.
Benim öğretmenlik yaptığım üniversitede çalışan
bir meslektaşım bana, "Neredeyse yirmi dört senedir sigarayı bırakmaya
çalışıyorum" demişti.
Ona, "Bu sigarayı bırakmak için fazla uzun bir
süre. Bana bir sigara ver de hemen şimdi onu bırakayım" diye yanıt
vermiştim.
"Benimle alay etme" dedi. "Sigarayı bırakmak için
çok çaba gösteriyorum ve bazen birkaç saat, hatta birkaç günlüğüne içmeden
durabiliyorum. Ama sonunda yine dayanamayıp başlıyorum. Artık onunla savaşmayı
da bıraktım; bunun hiç anlamı yok; yirmi dört yıldır
savaşıyorum."
Ona, "Sen yaşamın basit kurallarını
algılayamamışsın" dedim. "Sen uyuyorsun ve insan uykudayken karar alamaz,
kararını uygulayamaz. Benim bir önerim var o da sigarayı daha bilinçli bir
şekilde içmen" dedim.
"Ne, sigara mı içeyim? Ama ben bırakmaya
çalışıyorum" diye yanıt verdi.
"Söylediğime kulak ver, daha bilinçli iç diyorum
" dedim. "Paketi cebinden son derece yavaş ve bilinçli bir şekilde çıkar.
Sigarayı yavaşça paketten çek; acele etme. Sigaraya her açıdan bak, ağzına koy
ve bekle. Aceleye hiç gerek yok. Filmlerdeki ağır çekim sahneler gibi ağır
çekimde hareket et".
"Peki bu ne işe yarayacak?" diye
sordu.
"Onu sonra göreceğiz....sonra çakmağını al ve
bak" diye devam ettim.
"Sen benimle alay ediyorsun. Bunlar ne işe
yarayacak?" diye sordu yine.
"Dinle...Yirmi boyunca kendi
yönteminle sigara içmişsin, yirmi gün boyunca da benim
yöntemimle iç. Çakmağa bak sonra sigarayı yak ve olabildiğince yavaş içmeye
çalış. Dumanın içine girişini ve çıkışını izle" dedim. Bu en eski meditasyon
yöntemi Vipassana'dır. Bu yöntemin bir gün sigara ve çakmakla uygulanacağı
Gautam Buda'nın aklına gelmemiş olabilir ama onun için bir şeyler ayarlamam
gerekti.
O Vipassana yerine bunu yapacaktı. "Peki denerim,
yirmi gün fazla uzun değil" dedi.
Ama ikinci gün bana gelip, "Çok tuhaf. Her şeyi
bu kadar yavaş yapmak beni son derece dikkatli yapıyor; sigara içerken dumanın
içime girmesini ve dışarı çıkmasını izlerken şimdiden öylesine bir sükûnete
kavuştum ki neredeyse yüzde elli daha az sigara içiyorum."
dedi.
"Yalnızca yirmi gün bekle"
dedim.
"Yirmi gün süreceğini bile sanmıyorum. En fazla
beş gün içinde biter" dedi.
"Bitirmek için bu kadar acele etme çünkü içinde
sigaraya tutunup bırakamayan herhangi bir şey bile kalsa yeniden başlamana neden
olacaktır. Bu yüzden çok ağırdan al, aceleye gerek yok, bir zararı da yok.
Önemli değil; en fazla iki yıl erken ölürsün. Ama zaten o iki yılı yaşasaydın ne
yapacaktın? Sadece biraz daha fazla sigara içecektin! Bu yüzden hiç zararı yok;
zaten dünya nüfusu çok fazla ve insanların diğerlerine yer açmak için biraz
erken ortadan yok olmaları çok sevecen bir davranış" dedim.
"Tuhaf bir adamsın" dedi. Ve dördüncü günden
sonra bana gelip, "Artık elim cebime giderken nerden geldiğini bilmediğim bir
şey beni durduruyor. Bilemiyorum. Bütün bir gün boyunca sigara içmedim çünkü ne
zaman bir sigarayı almayı denesem paketi çıkaramıyorum. Bunun sırrı
nedir?"
"Bunun sırrı filan yok" dedim. "Yalnızca bilinçli
bir şekilde, farkındalıkla sigara içmeyi öğrendin. Ve hiç kimse farkındalıkla
sigara içemez çünkü sigara içmek bir günah değil, yalnızca aptallıktır. Uyanık
ve farkında olduğun zaman o kadar aptal olmazsın. Temiz hava dururken, güzelce
nefes alabilecek, derin derin temiz havayı ve çiçek kokularını içine
çekebilecekken nefesini kirletmek, onu nikotinle kirletip ciğerlerine zarar
vermek için bir de üstüne para ödemek zorundaysan tam bir aptal olman
gerek."
Premda insanlar derin uykudalar; açık gözlerle
horlamıyor oluşlarına şaşmak gerek.
Kral Arthur iki yıl sürecek olan bir ejderha
avına çıkmadan önce Bilge Merlin'e Guinevere için kendisi yokken takmak üzere
bir bekaret kemeri yapmasını buyurdu. Merlin çok sıradışı bir tasarımla geri
döndü; normalde en çok korunmuş olması gereken bölgede büyükçe bir boşluk
vardı.
"Bu saçmalık" dedi Arthur. "Bu kemer işe
yaramaz."
"Evet yarar" dedi Merlin ve sihirli değneğini
açıklığa soktu ve aniden giyotine benzer bir bıçak inip değneği ortadan ikiye
böldü.
"Dahiyane!" diye bağırdı Arthur. Guinevere'ye
kemeri giydirdikten sonra ejderhaları doğramak üzere huzur içinde yola
koyuldu.
İki yıl sonra geri döndüğünde Arthur'un ilk işi
Yuvarlak Masa şövalyelerini toplayıp, özel bir taktik için kraliyet doktoruna
göndermek oldu. Yuvarlak Masanın bir tanesi dışındaki tüm üyelerinin kesikler,
yara-bereler ya da sıyrıklarla dolu olduğunu öğrendikçe hiddetli bakışları
keskinleşti. Sir Lancelot günahsızdı.
Arthur onu hemen yanına çağırdı ve en iyi
şövalyesine gülümsedi. "Sir Lancelot, siz ben ejderhaları doğrarken, benim
kadınımın namusuna tecavüz etmemiş olan yegâne şövalyesiniz," diye buyurdu. Siz
Yuvarlak Masanın şerefini yücelttiniz ve sizinle gurur duyuyorum.
Ödüllendirileceksiniz. Krallıktan ne dilerseniz sadece söyleyin yeter.
Dileğinizi bildirin Sir Lancelot."
Ancak, Sir Lancelot'un sesi
çıkmadı...
Tamam mı Maneesha?
Evet, Osho
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder